27 Mart 2012 Salı

Fotoritim Eleştirisi 2008

Fotoritim, bir: bana özgürlük verdi, iki: 3 aylık fiili bir sürede 1 kitaplık fotoğraf eleştirisi yazdırdı. Bunlar için, tüm kurucu arkadaşlara teşekkür ederim. Hamiş: Asla ve kata negatif biri değilim. Yalnızca, faşizm ve engizisyon cehenneminde, beyinsel sağ kalmanın biricik yolunun gerçekçilik olduğunu vurgulamak isterim. Gerçek acıdır, hem de şimdi ve burada çok çok acıdır. İstemeyen yaşam ve sanat oyununu oynamaz. Ne yaşamla sözleşmemiz var, ne de bize gül bahçesi vaat ediliyor.


(8 Eylül 2008)

18 Mart 2012 Pazar

'Foto-Eleştiri 2ye2' Kitabı

İÇİNDEKİLER

1.        Tekin Ertuğ Eleştirisi
2.        Ali İhsan Öktem’in Yanıtı
3.        Yanıta Yanıt
4.        5 Boyutlu Fotoğraf
5.        Küratörlük Üzerine
6.        AŞDER Başkanı Coşar Sarer ile Röportaj Eleştirisi (07.09)
7.        Cenk Pekcanattı Eleştirisi
8.        FEA Yazımın Yorumuna Yorum
9.        Gültekin Çizgen eleştirisi
10.     Walter Schels’e Sorular ve İngilizce çevirileri (06.09)
11.     Walter Schels Eleştirisi (Türkçe)
12.     Walter Schels Eleştirisi (İngilizce, çeviri benim)
13.     Merih Akoğul Eleştirisi
14.     Ergun ? Eleştirisi
15.     Susan Sontag Eleştirisi
16.     Ersin Alok Eleştirisi
17.     Füsun Saka Eleştirisi 1
18.     Roald Valen Eleştirisi
19.     Andrzey Dragan Eleştirisi 3
20.     Murat Germen Eleştirisi
21.     Tanju Akleman Eleştirisi
22.     Tekin Ertuğ Eleştirisi
23.     Andrzey Dragan Eleştirisi 2
24.     Andrzey Dragan Eleştirisi 1
25.     Ali Alışır ve Rene Magritte Eleştirisi
26.     Beyhan Özdemir ve Şahin Kaygun Eleştirisi
27.     Ali Öz Eleştirisi 3
28.     Ali Öz Eleştirisi 2
29.     Ali Öz Eleştirisi 1
30.     Meta-Foto-Eleştiri
31.     Anti-Humanist Fotoğraf
32.     Farklı Fotoğraf Nasıl Çekilir?

Notlar: Füsun Saka 1 yayınlanmadı. Ali Öz 2 ve 3 yayınlanmadı. Merih Akoğul yayınlanmadı. Ergun ? yayınlanmadı. 2009’un ilk yarısında toplam 15 metin yayınlanmadı, 15 eleştiri yazılmadı, bunların hiçbirinin kaydı yok: Yani, 30 metin hiçliğe karıştı.

TEKİN ERTUĞ ELEŞTİRİSİ

“Sanat incelmedir.”

Bu tanım, Aydınlanma Dönemi’nde veya romantizm akımı açısından bir anlam taşıyabilir ama şimdi ve burada hiçbir anlam taşımaz.

Sanat, bir şeylere karşıdır, yani asidir, yani devrimcidir, yani öncüdür.

Gelenekçi ama hoşgörülü bir toplumda, hani yumuşak bir ailede ergenlerin karşılandığı gibi karşılanabilir sanatçı.

Ancak, 21. Yüzyıl’da ve post-3-modern dönemdeyiz.

2 dünya savaşı ve 2 dünya devrimi yenilgimiz var.

Üzerine de 3 liberalizm akımı eklendi.

Demek ki düşmanımız, eskisinden çok daha güçlü ve acımasız durumda.

Bu durumda duyarlı, kırılgan, incelmiş, vd, vb olmak demek, baştan yenilmeyi tümüyle kabul etmek demektir.

Eskiden sanatçı yenilirdi ve kendini toplumun günahları için feda ederdi.

Bu devir bitti.

Bir sanatçı, düşmanını, yani kapitalistleri, toplumu ve kendini yenmek durumda, yani bu çok acımasız bir savaş, bitimsiz bir maraton gibi, yaşam boyu sürmek zorunda.

Bu durumda, birinci kural sağ kalmaktır.

İncelmiş biri sağ kalamaz.

Kalınlaşmış biri belki sağ kalabilir.

Ancak biz yeni-sanatçılar kazanmak ve düşmanımızı yenmek istiyoruz.

Demek ki ondan daha kalın, daha acımasız, daha saldırgan olacağız.

Bu durumda eleştiri ve eleştirmen, sanatçıdan çok daha acımasız konumdadır.

Doğru olan bir hüküm, hakaret olamaz. Yasalar çalmaya izin verip, hırsıza ‘hırsız’ denmesine izin vermezse, yasalar da engelli koşulur.

Tüm bunlar, farkında ve bilincinde olmaktır. Entellektüelin sorumluluğudur.

Şimdi ve burada, bilincin açıkken güzeli göremezsin, sana gösterilen çok çirkin bir Dünya’dır, cehennemdir. Onu allayıp pullamanın adı, ‘bilgi faşizmi’dir.

O nedenle, sanatın incelmesi konusundaki savı, bir daha tartmakta yarar var.

(18 Ocak 2010)


ALİ İHSAN ÖKTEN YANITI / ELEŞTİRİSİ

Burada zannedersem, Reha Ülkü açısından bir kavram kargaşası olmuş. ‘Sanatta incelme’ sözüne her ne kadar karşı çıkıp,  ‘kalınlaşma’yı savunsa da, bugüne kadar Reha Ülkü'nün yazdığı yazılar ve yorum ve kendi bahsettiği önerilerdir. Sonradan niye sanatta incelmeyi reddedip, düşünsel değil de mücadele için bedensel bir kalınlaşmadan bahsetmiş anlamak zor. Sonuçta da faşizmden yakınması tezatlık oluşturuyor. Düşünsel veya sanatsal kalınlaşmadan söz etse bile aslında bunun böyle olmayacağını en iyi yine Reha Ülkü bilir.

(18 Ocak 2010)

BİR ÖNCEKİ YANITA YANIT

Metinlerim, incelme değil, soyutlama derecelerinin artışıdır ki epeyi okur bundan rahatsız olduğunu belirtmiştir, çünkü o denli soyutluğa bazı insanların kafası ermemektedir. Oldukça düz yazdığım bu eleştiri de, gayet somut savlar içermesine karşın, yine o 'soyutlamada elifle merteği karıştırma' yüzünden, doğrultusuyla çok ilintisiz bir bağlamda algılanmış. Soyutlama derecen arttıkça,
beyinsel silahın da kalınlaşır ve yenicileşir. Yani, bir savaştan sözediyoruz, düşünenlerle düşünmeyi yadsıyanlar arasında. Burada da eylediğimiz odur.

(19 Ocak 2010)

5 BOYUTLU FOTOĞRAF

Fotoğraf fiziksel olarak 2 boyutludur ama biz onu 3 boyutlu olarak algılarız ve bu aslında algısal / zihinsel bir yanılsamadır.

3 boyutluluk, mekansal, renksel ve zamansal olarak farklı biçimlerde elde edilebilir.

Holografik fotoğraf, dar bir bakış açısında görüntüyü 3 boyutlu algılamamızı sağlar.

Aşağı yukarı fotoğrafın icadından beridir kullanılan stereoskop, özel bir gözlükle veya çok yakından bakınca, 3 boyutlu algılanır, çünkü fotoğraflar birbirinden 2 göz kadar uzakta yer alan 2 mercekle çekilmiştir.

3 boyutluluk, yalnızca renk efekti ile de sağlanabilmiştir. Bunun için de, 2 gözü farklı 2 renkte olan 1 gözlük kullanılmıştır.

Bahsedeceğimiz 3 boyutlu fotoğraf biraz daha farklı:

Bir insan düşünün 100 yıl yaşamış olsun.

Bu insanın her yıl fotoğrafı alınırsa 100 karelik, her gün fotoğrafı alınırsa 36.525 karelik bir film olur. Fotoğrafı 2 boyutlu sayarsak, bu 3 boyutlu bir fotoğraf olur.

Çizgifilmlerde izlenmiştir, bir görüntü bir başka görüntüye dönüşür. Bir portreyi de, başka bir portreye dönüştüren, görsel bilgisayar programları elimizde mevcut.

Elimizde 100 tane veya 36.525 tane, aynı yaşta insanın fotoğrafı olsa, bu görsel programlar herhangi birini bir diğerine çevirebilir.

Konuyu genişletelim (kafa karışmasın diye, küçük sayıyı seçtik):

Elimizde 100 x 100 = 10.000 tane kare (yapay / sanal veya doğal olarak çekilmiş) fotoğraf var. Bunlar; (1-1, 1-2, ... 1-100; 2-1, 2-2, ... , 2-100; ... ; 100-1, 100-2, ... 100-100) olarak (matriks değil) matris biçiminde dizilebilir.

Ayrıca bu dizi; (1-1, 2-2, ..., 100-100) biçiminde veya (1-100, 2-99, ... , 100-1) biçiminde çaprazlamalar da alınabilir ve bunların hepsi de yine birer 3’er boyutlu fotoğraflar olacaktır.

Şimdi asıl tek fotoğrafı 3 boyutlu, bir insanın tüm biyografisini 4 boyutlu 1 fotoğraf (veya bir sinema filmi) kabul edersek, tüm bu matrisler 4 boyutlu fotoğraflar kümesinin tümeli (tamamı), 5 boyutlu 1 fotoğraf oluşturacaktır.

Böyle bir şey yapıldı mı?

Parçalar halinde evet ama tümüyle yapıldığını henüz görmedim.

Böyle bir fotoğraf ne işe yarar?

Hepsi biraraya henüz getirilmedi ama en az 100 yıldır Dünya’nın tüm halklarından fotoğraflar alınıyor. (Bunların bir bölümü, o zamanlar daha ucuz bir yeniden-üretim biçimi olan baskı gravür olarak saklanmış ama onlardan örnek gördüğüm için biliyorum, hepsi de fotoğraf denli açıkseçik ayrıntıda görsel bilgi içeriyor.) Bunlardan 5 boyutlu gerçek fotoğraf dizileri veya sanal fotoğraf tasarımları yapılabilir.

Örnekleyelim:

Ben; Tatar, Türkmen (Türkmenistanlı değil, Yörük de değil, Eşmeli Türkmen) ve Afrikalı (Etiyopya-Sudan arasında yaşayan bir halk, onlara benziyorum çünkü) meleziyim. Baba soyumda, 10-20 arasında (2 halamın bazı evlilikleri kayıtlı değil ve bazı yeğenlerimi hiç bilmiyorum) torun var ve bunlarda bu çeşitlemeleri (Anneden gelme Türkmen olanı hariç) görebiliyorum. Örneğin, büyük erkek kardeşimde zencilik tipolojisi hiç yoktur, genetik zar onu ıskalamış. Anne tarafım ise, akraba (kardeş çocuğu) evliliği olduğu için, araya karbon kağıdı konmuşçasına birbirine benzeyen (annem dahil) 5 kızkardeş sözkonusu.

İşet, o fotoğraflardan ve gravürlerden bu tipolojilerin birbirine dönüşüm (transformasyon, yani aslında tam karşılık olarak ‘başkalaşım’ ama geometrik olanı ki ona da ‘dönüşüm’ deniyor) matrisleri oluşturulabilir. Bu matrisler 5 boyutlu fotoğraflar / gravürler olacaktır. Bu sonuçların her biri, antropolojik görsel bir ansiklopedinin yalnızca 1 sayfası / konusu olacaktır.

Bu işlemin canlılara uygulandığını, ‘biyotopoloji’ denilen, biyoloji ve geometri melezi olan çokdisiplininin var olduğunu, evrimle ilgili televizyon dizilerinden onyılardır biliyorum.

Tüm bunlar, tümevarımsal akıl yürütme.

Tümdengelim kullanırsak, o 5 boyutlu nesneyi, gayet somut bir cisim olarak, hiçbir önaçıklama yapmadan, sizlere pat diye sunabilirim. Ondan sonra, anlaması size kalmış olur.

Dipnot: Tüm sözünü ettiğim işlemler için, sizlere internetten birçok bağlantı aktarabilirdim ama bunu yapmayacağım. Sizi doyurmayı değil, size balık tutmayı öğretmeyi yeğlerim.

(14 Ocak 2010)

“Soyutlama sanatın en süzülmüş halidir.”

Hayır.

Soyutlama sanatın en süzülmüş hali değildir.

Öncelikle sanatın en süzülmüş hali yoktur. Olabilseydi, fotoğraf bir sanat olamazdı, çünkü o zaman 6 sanat tanımlıydı ve insanlara yeterliydi. Ayrıca, 7. sanat olarak fotoğraf değil, sinema kabul edildi. Bu demektir ki gelecekte yeni sanat dalları icat edilecek.

Sanat süzülme de değildir. Sanat bilgiyi duygu ağırlıklı edinmenin bir yoludur. Bilim ve düşünle karşılaştırıldığında, düşünce içeriği daha az tutulduğu için veya duygu düşünceye üstün tutulduğu için, sanat daha çok ilgi görür, çünkü insanlar düşünmeyi, bilmeyi, öğrenmeyi, anımsamayı değil, hissetmeyi (bu arada coşumları da ama nedense, biraz da Freud tutumuyla içgüdüyü değil ki düşüncenin kökü içgüdüdedir, duyguda değil) yeğlerler.

Tüm bunlar 300-400 yıl geride kalmış tanımlardır ve aslında kökleri taa Antik Yunan’dadır. Rönesansta yapılan, etimolojisinin de gösterdiği üzere, onları yeniden doğurmak ve kullanmak olmuştur.

Ancak, 21. Yüzyıl’da ve Bilgi Çağı’ndayız ve bu son dönemin / kültürel momentin 60 yılı çoktan geride kaldı.

Dönelim duygu ve düşünceye:

Soyutlama düşüncenin de en süzülmüş hali değildir.

Neden?

Çünkü sözdili, matematik dili ve mantık dili gibi diller ve meta-diller henüz yetersiz kalmaktadır. Yepyeni bir söylem düzlemine, yepyeni soyutlamalar düzeyine gereksinimimiz var ve bu da en süzülmüş hal olmayacak. Nasıl ki savaşın bitmesine en az 500 yıl varsa, Bilgi Çağı’nın da tamamlanmasına en az 200 yıl var. Bu ara dönem boyunca, yapabileceğimiz temel beceri, farklı düşünce biçimlerini yap-boz’la denemektir. Bunun için de, sanatçıların epeyinin deli olması gibi, normallerin dili yetersiz kaldığı için, marjinallerin dilini ve marjinal diller kullanmak ve yaratmak zorundayız.

Tüm bu yazdıklarım, en temel bir önerme / sav için bile, bilgisel çözünürlük oranı gereksinmesinin ne denli çok olduğunu imlemek içindir.

(Ya da:

Şimdi ve burada, düşünce duygudan önce gelir. Artı: İçgüdü de duygudan önce gelir. Siste bilgisel önsezi / içgöre gereklidir çünkü. Şu anda bilgisel muğlaklık / sis dönemindeyiz.)

Peki, tüm bunlar sanatla ve fotoğrafla yapılabilir mi?

Elbette.

Bu kadar metin, bunun yollarını tasarlayabilmek için zaten.

Dipnot: Birisini eleştirdiğimde, o metnin yazarına, şahsına ve öznelliğine yönelik hiçbir kastım yoktur. Eleştiri nesneldir.

(20 Ocak 2010)

Küratorlük Üzerine

Kürator ne iş yapar ya da ‘küratörlük’ denilen statü ne iş yapmak için icat edilmiştir?

Küratörler sergi editörleridir.

Bir editör, bir yayın veya dizi yönetmeni olarak, konuyla ilgili sanatçıları bilir, derlemeleri ona göre hazırlar ve asıl önemlisi kritik edisyon / eleştirel basım olarak kabul edilen oluşumları hazırlar.

Bir küratör de, plastik sanatlar sergilerinde, son zamanlarda moda olan biçimde de özellikle bianellerde, sergi editörlüğü yapar.

Burada sorun, kültürel bürokrasi sorunudur. Bir ast memur, nasıl habire olmadık ayrıntılarda boşuna işler çıkarırsa, bugünün küratörleri de incir çekirdeğine eziyet ayrıntılarla uğraşıyorlar. Bir yayın editöründe olması gereken disiplinini göstermiyorlar ya da gösteremiyorlar.

Entellektüel, sanatçı ve/ya küratör, başta bir insan olduğu için, bu işlere girişmeden önce, bir tarih bilincine sahip olsa gerektir. Yoksa, kültürde elifle merteği birbirine karıştırır. Ülkemizde karıştırıyorlar da...

Bir örnek vereyim:

10. İstanbul Bianel’ine gerçek mektuplardan oluşan bir ‘İstanbul mektupları’ derlemesi gönderdim. Kürator, benim projeyi reddedip, sahte mektuplardan oluşan bir projeyi sergiye aldı.

Yine aynı yolda bir örnek daha:

11. İstanbul Bianel’inin ana tematiği siyasallıktı. Dergi kitaplarına baktığımızda, metinlerin, sanatçıların ve küratörlerin inanılmaz tarih hataları yaptığını gördük. Neo-liberalizmin apolitikliği yerini, tekkutuplu bir dünyanın dayattığı malforme politikliğe bırakmış.

Bu durumda küratörler, ‘ikindi zamanı gölgesini görüp de, kendini uzun sanan cüce’ konumunda kalıyorlar. Goygoycuları da çok. Olmadı, kendilerine dev aynasında bakıp, kendileri goygoyluyorlar. Bunu da gazete haberlerinde izledik.

Bunun nedeni ne?

Yanıt kısa ve açık: Post-modern epistemolojik muğlaklık. Bilim kiliseleştiği için, mekanik determinizmi kırmak adına, tarihin çöküş dönemlerinde sıkça moda olduğu üzere, skeptizm ve agnostizm, moda (trend in) durumuna getirildi. Böylelikle insanlar kesin bilgiden uzak tutuluyor ve ona ilgileri azaltılıyor.

Bunun, 2. Sanayileşme’nin ve bilgi toplumunun 50. yılında olması ve olabilmesi, iktidar seçkinlerinin bu muğlaklıktan doğrudan çıkar sağladığını gösteriyor: Doğru bilgi bir kez ortama bedava girerse, kimse yanlış ve eksik bilgiye para ödemez. Windows-Linux çatışması, bunun en açık göstergesi durumunda.

Fotoğraf konusuna daralırsak:

İstanbul 2010 projesi için hazırlanan fotoğraf sergisi küratörlerine baktığımızda, onyıllardır hep aynı kadronun süregeldiğini ve aynı konuların bininci kere ısıtılıp önümüze sürüldüğünü görüyoruz.

Kritik editör olarak küratör, muhakkak gereklidir. Bunu uluslararası karikatür yarışması jüri üyeliği yapmış, Türkiye’nin önde gelen koleksiyonerlerinin ve galericilerinin sergilerini hazırlamış ve müzecilik lisansüstü mezunu biri olarak söylüyorum.

20 yıl önce, bu işi devletin bozduğu sanılıyordu. Aradan 20 yıl geçti, şimdilerde epeyi özel müze var ortada. Ancak hala sergi düzenleri korkunç dağınık durumda. Düşünün ki Pera Müzesi, binlerce dolar eden ve ünik (biricik) nüsha olan, yüzyıldan eski tarihli İstanbul fotoğraflarını, o fotoğrafları yok edecek koşullarda sergiledi. Kimse de kalkıp bunu belirtmedi bile.

Daha da daralalım:

Fotoğraf sergisi / bianeli küratörlüğü nasıl olabilir?

Magnum sergileri, zaten daha önce denenmiş, sınanmış ve yerinde bulunmuş düzenlerden oluşuyordu. Bunları onaylıyorum. En azından eksik yoktu. Basmakalıptı ve yaratıcılıktan uzaktı ama buna da razıyız, yeter ki saçmalanmasın.

Ancak, konusunda ilk olacak, örnek olsun diye söyleyelim, örneğin astronomi konusunda açılacak bir fotoğraf sergisinin küratörünün; fizik, kimya, üretim mühendisliği, kozmoloji, astronomi, vd birçok konuda disiplinlerarası / çokdisiplinli bilgisi olması gerekir ki ortaya anlamlı bir sergi bütünü koyulabilsin / koyabilsin.

Sorun burada:

Dünya’da bile henüz yaygın disiplinlerarasılık / çokdisiplinlilik yok. Adı var ama cismi yerli yerine oturtulamadı henüz.

Kendi hesabıma, bulut fotoğraflarıma bakıp da, mevsimin bulutlardan anlaşılmayacağını söyleyen birinin küratörlüğünün bu ülkede pekala kabul göreceğini bilince, epeyi eğleniyorum doğrusu.

Evet:

Küratör, çok fazla konuda çok fazla şey, o konuyla ilgili bir bölümdeki, en az üniversite 2. sınıf öğrencisi düzeyinde bilmek zorundadır.

Kimse kimseyi küratörlüğe zorlamıyor. Nasıl ki ehliyetsiz birini direksiyona oturtmuyorlarsa, küratörlük için de öyle olmalıdır. Biz müzecilerin bedava bilgi hizmetini, ne devletsel, ne de özel müzelerin istememesi ama sergiler için küratörlere deve yüküyle para ödenmesi, durumun açık bir göstergesidir.

Tabii ki bu ülkede diğer işler nasılsa, küratörlük de öyle. Son zamanlarda, küratör olarak ortalıkta boy gösterenlerin cemaziye-i evvelini bildiğimiz için, durumu olağan karşılıyoruz.

Bana sorulsa, küratörlük yapar mıyım?

Hayır. Yalnızca danışmanlık yaparım. Bence 1-5 danışman, 1 küratör için, düşünce yelpazesi genişliği açısından uygun bir niceliktir. (Zamanımızda eksik olan şey, farklı düşüncelerdir.) Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp; bilene sormak ayıp değil, hele bedava bilgi veren sormak hiç değil.

Bu ülkede gereken konuların hepsini bilen kişiler var, kendilerine sorulsa koşa koşa hizmet ederler ama hepsi de bir kenara süpürülmüş konumda. Onun yerine çığırtkanlar, köşe kapmaca sevenler, kendi oyunlarını sürdürüyorlar.

Sorun değil. Onları okuması çok eğlenceli oluyor. 1 yıl sonra tam tersini savunacakları şeyleri, bugün savunurlerken onları izlemek, benim için üzüntü değil, eğlence kaynağı.

Yani, ülkemizde küratörlük, çok kaba fars bir oyun olarak sürdürülüyor. Bu durumun önünün alınacağı da yok. Ayrıca, daha beterine de müstehakız.

(17 Şubat 2010)


Şizofreni İçin

Alıntı:

Şizofren birey için kimi zaman; ‘çizgiyi aşan’, ‘sınırın ötesine geçen’, ‘normali / ortalama olanı tutturamayan’, ‘normaliteyi dışlayan, normları reddeden’, ‘ortalamanın üzerinde seyreden’, ‘ortalamanın dışında bir yerlerde duran’, … gibi düşünüldüğü olur. Dernek başkanı; ‘aralarından bazısı öyle naiftir ki, karıncaya basmaya bile kıyamadıklarına tanık olursunuz’ diye söz ederek, durumlarını tarif etmeye çalışırken, bir bakıma olgunun pozitif gibi görünen bu yönüyle kendilerini özdeşleştirme çabasına giren, şizofren durumunun yakınından bile geçmedikleri halde, kendilerini şizofrenmiş gibi takdim etme uğraşında olan, böyle bir algıya yol açabilmek için türlü yollara başvuran kimselerin eğilimlerinin nedenine de açıklık getirmektedir.

İşin özü çok basittir aslında. Şizofren(miş) izlenimi ile ortaya her ne konsa (davranış, söylem, …), aşkın kabul edilecek, olağanüstü sayılacak, hayranlık uyandıracak, ilgi toplayacak, … gibi kaba bir ‘yanılsama’ sözkonusudur. Bu tutumdaki insanların durumunu şizofren olgusuyla açıklamak doğru olmamakla birlikte, başka bir takım psişik olgularla açıklamak mümkündür sanıyoruz. Bununla birlikte, her türlü aykırı tutumu itibar elde etme, popüler olma aracı olarak gören ve benimseyen kimselerin, moda niteliğinde bir takım rüzgarlara herkesten önce teslim olmalarının da aleni göstergesidir.

‘Normal olmayan’, ‘normalleşmeyi reddeden’, ‘evcilleşmeyi reddeden’, ‘ortalamanın dışında duran’, ‘bilinenin ötesindeki’, ‘sıradışı’, ‘sivri’, ‘yeni’, ‘şaşırtan’, ‘yaratıcı’, …vb, düşün - sanat insanına has betimsel cümlelerle asla açıklanamaz, bu tutumun kötü oyuncularının durumu. Dağarcığında kayda değer hiçbir şey bulunmayan ama öğrenmek gibi zahmetli bir yola girmeyi de göze alamaya, ‘vasat’, hatta ‘vasatın da altında’ altyapıya sahip sıradan insanlardır burada sadece sözü edilen. Bu gibi kimseleri, gerçekte şizofren problemi yaşayan insanlarla asla karıştırmamak gerekir.


(Bu düşünceler sanırım, söyleşiyi gerçekleştiren Ebru Tekerek Ertuğ ve Tekin Ertuğ’a ait.)

Yorum:

Kaş yapılırken göz çıkarılmış.

Konuya doğrudan gireyim:

Ben şizofrenim. Bunun temel nedeni, 1,5 yaşında bilinçsiz dönemde atlattığım ölüm tehlikesi. Şizofrenim, katatoni ve melankoli eğilimli. Ev duygum asla olmadı. Anne baba sevgim asla olmadı. Kişilik özdeşleşmesini hiç yaşamadım.

Demek ki neymiş?

Şizofreni hakkında şizofrenler konuşmalıymış ve deli deli olduğunu bilebilirmiş.

Şizofreni talihsiz bir tanım. Tıpkı, ‘border line’, double binded’, ‘multiple binded’ tanımları gibi, giderek dallanıp budaklanmış ve çıkmaz yollara girmiş. Başlangıçtaki ‘erken bunama’ tanımı, yerini ‘kişilik yarılması’na bırakmış.

Ancak sorun şurada: Zihinsel şizofreni gibi, kültürel ve toplumsal ve şizofreni de var. 3 darbe ve 3 liberalizm travmasını geçiren ve bunu sürekli inkar eden Cumhuriyet toplumu, topluca şizofren oldu çıktı.

Gelelim, söyleşiyi yapanların irdelemelerine:

Öncelikle, iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.

Bu 3 paragraflık söylem, tümüyle yanlış söylem alanına giriyor. Sanatçılar şizofren olabilir. Şizofrenler naif, ayral ve toplumdışı olabilir. İmaj pazarlayanların varlığı, aynı görüngüyü paylaşanları aşağılamaz. İkisini ayırt etmek kişiye kalmış.

Aciz olan şizofrenler değil, tüm toplum; asıl bu 3 paragrafı yazanlar aciz, düşünce acizi.

Gelelim şizofrenlere:

Şizofreninin tanımının değişmiş olması, değişiyor ve değişecek olması da demek.

Örneğin; proto-feodal, feodal ve sanayisel kültürel modlardan bilgi toplumu moduna geçerken ayağı sürçenlerin durumu bir şizofrenidir, bir tür ‘kültürel kimlik yarılması’dır, sante kimliklere sığınılmasının nedeni budur, bunun bir mankenin habire imaj değiştirmesinden farkı yoktur, insanlar da internette habire ‘nickname’ ve profil değiştirirler.

Kişi toplumdan ve/ya gerçeklikten neden kopar? Enerjisi / libidosu yetmeyebilir de ondan. Burada, ya toplumsal değişim hızının yüksekliği, ya da genel libido frijiditesi geçerlidir ki biz şu anda her ikisini de birarada yaşıyoruz.

Çok fazla örtük suçumuz var, kronik kriminal bir toplum olduk, bazıları bu durumdan yaralandığını ayırsamadan aşırı yaralanıyor ve ‘normal bir yaşam’ı yürütemiyor ki bu da bir şizofreni durumudur. Örneğin, 1971 ve 1980 darbelerinden dolayı işkence gören 1 milyon kişinin ancak % 1-2’si psişik destek almıştır ya da alabilmiştir, gerisi durumunu hala inkar ediyor. Daha dayak yiyen zevceler var, ensest mağdurları var, kan davaları var.

Son soru şu: Şizofreni iyileştirilebilir mi?

Yanlış soru. Doğru soru şu:

Şizofreni iyileştirilmeli mi?

Farklılık, marjinallik, sanatçılık, kuramsal düşünce düşmanlığı, bu denli ölümcül düzeydeyken, iyileşen şizofren dış dünyada zaten öldürülmeyecek mi?

(14 Temmuz 2009)

Cenk Pekcanattı Eleştirisi

Genel olarak mental konfüzyonlu bir metin.

Alıntı ve yorum sırasıyla gidelim:

“Olağan görüş, genel anlamda fotoğraflara bakma sürecine oranla daha fazla enformasyon sağlamaktadır.”

Bunu hemen mikroskop ve teleskoptan sonra söylemek, kendini geçersizleştirmektir. Mikroskopik ve teleskopik fotoğraflara bakma süreci, yıldızlara ve mikroplara olağan görüşle bakmakla sağlanamayan enformasyonlar sağlar.

“Olağan görüş, öncelikle e-enformasyon sağlamadan, g-enformasyonu sağlayamaz.”

Olagan görüş, beyinde birçok öğrenilmiş diğer olağan görüşler olduğundan dolayı, bazan bakmadan veya gözlerini kısarak veya yan bakışla, yani bazı ön enformasyonların yanıltıcılığını atlayarak, daha çok enformasyon sağlar. Zaten ‘olağan görüş’ dediğimiz şey de çıkarsamasaldır (predictive), art-görüş diyebileceğimiz şey de.

“Yine de bu tasvirleri fotoğraflardan daha farklı şekilde ele alırız.”

Mozaik, yağlıboya resim denli, üç boyutluluk verebildiği gibi, fotoğraf da resim gibi, çok-anlılık verebilir. O nedenle, hepsini birlikte tümleşik olarak, bir görsel tümleşik sanat olarak ele alırız, ayrı ayrı değil.

“Hatta ilgili geçmiş kanıların kimi vakalarda yanlış olduğu kanaatindedirler. Bundan ötürü de bu tür durumlarla ilgili saymaca fotoğrafların onlara yüklene gelen epistemik değeri hak etmediklerini düşünürler.”

O yüzden mahkemelerde tek tanık yetmez. Ancak bu eksik algı ve yanılsama, fotoğrafın epistemik değeriyle ilgili değildir, zihinbilimsel bir sorundur.

Genel olarak: Değil agnostik, değil gnostik, hiper- ve meta-gnostik biriyim. Gelecekbilimci olmam bunun bir göstergesidir.

Sözümü şöyle bağlayayım:

Bilinenleri bilmeyen biri, bilinmeyenlerin bilinemeyeceğini bilemez.

Ya da:

İnsan anlatamadığı konularda susmalı, aksiyolojik gereklilik bağlamında.

(14 Temmuz 2009)


Gültekin Çizgen Eleştirisi

2.250 olsaydı bir anlamı olurdu. 225, benim 2005-2009 içinde yazdığım fotoğraf yazısı sayısı olacak. Uzman değilim, yani yalnızca fotoğrafçı veya fotoğraf eleştirmeni değilim, genelde gelecekbilimciyim ve ekinbilimciyim (kültürolog), yani disiplinlerarasıcıyım ve çokdisiplinliyim. Son 25 yılda 25.000 sayfa yazmış olacağım ve bu yapabileceğimin üçte biri idi. İddialı olabilmenin bir yolu rekor kırmaktır. Rekorlar da kayıtlıdır. Örneğin Kemalettin Tuğcu 400 küsur kitap yazıp, 300 küsurunu yayınlamıştır. Onu çocuk kitabı yazarı sayar ve es geçersek, en çok kitap yazma rekoru Aziz Nesin'dedir, şimdilik 125 gibi, terekesi hala elden geçiyor. 200 küsur kitap yazdım ve 500 kitap yazmış olarak ölmek niyetindeyim. O nedenle, yaşlıların işin kolayına kaçtığını düşünüyorum.

(9 Temmuz 2009)

FEA Yazımın Yorumuna Yorum

İnsanın düzeyini yükseltmek gereken yer, demeyelim; insanın düzeyinin tarihin bu anında yükseltildiği yer, diyelim. Bu en basit deyişle, 'demokrasinin mümkünlüğü'dür. Bugün Dünya'nın hiçbir toplumunda demokrasi yoktur ama tüm toplumlarda demokrasiyi kurmak ve sürdürmek mümkündür; demokrasinin yokluğunun nedeni istenmemesidir, kitle tembelliğinden, iktidar seçkinleri çıkarlarından dolayı, demokrasiyi istemiyor. Bu nesnel düzey. Öznel düzey ise, benim için 'insan-öte'dir (meta-human): Bu da, genetik manipülasyonla, uzaycılıkla, bilgisayarcılıkla, siberuzaycılıkla, ölümsüzlükçülükle, siborgculukla, robotçulukla, 7 ayrı koldan başarılmıştır, o da şimdilik.

(8 Temmuz 2009)

Walter Schels’e Sorular

Nekrofobiniz var mı?

Do you have necrophobia?

Nekrofobi için tedavi gördünüz mü?

Have you ever been treated for necrophobia?

Sizce nekrofobinin tedavisi olabilir mi?

Can necrophobia be treated according to you?

Çektiğiniz fotoğraflar duygularınızı nasıl etkiledi?

How have photographes which you have shot affected your feelings?

(2 Haziran 2009)


WALTER SCHELS ELEŞTİRİSİ

İlk kez bir fotoğrafçının fotoğrafçı ve insan olarak ‘ben’e bu kadar yaklaştığını duyumsadım.

“Walter Schels'in Londra'da açılan sergide yer alan fotoğrafları gönüllü modellerin ‘hayata son bakışlarını’ yansıtıyor. Hepsinin ortak noktası ise bu modellerin hiçbirinin artık hayatta olmamaları ve Schels'in objektifine; silinmek üzere olan gülümseyişleriyle bakarken, bunun son pozları olduğunu bilmeleri.

Schels, ‘Ölümden Önce Yaşam’ başlıklı sergisi için ölümcül hastalığa yakalanmış modelleri kullandı. Onları ölümlerinden kısa bir süre önce ve öldükten hemen sonra görüntüledi.

Çocukluğu 2. Dünya Savaşı yıllarında geçen ve Münih'te bombardıman yüzünden yanmış, parçalanmış bir çok ceset gören Schels, o zamandan bu yana da ölümden ve ölü bedenlerden korktuğunu söylüyor.

Ölüm korkusunu yenmek için de bu sergiyi hazırlamaya karar vermiş sanatçı. Schels, proje kapsamında 24 kişinin ölümden önce ve ölümden sonra portrelerini çekmiş. Sergide bu portrelere, artık hayatta olmayan modellerle yapılan röportaj kayıtları da eşlik ediyor.

Schels, The Guardian dergisine verdiği demeçte ‘insanlar hep bir şeylerin peşinde koşar ama bu resimlerdeki insanların artık böyle bir ihtiyacı kalmadı. Bir fotoğrafçı olarak ben de 'yalan olan herşeyden sıyrılmış' bu yüzlerin resmini çekmek istedim. Sona ulaştığınızda her türlü yalandan sıyrılıp, daha önce hiç olmadığınız kadar gerçek oluyorsunuz’ diye konuştu.

Koleksiyon bazı çevreler tarafından etik bulunmayarak eleştirildi.”

Etik değil ha. 100 yüzyıllık ve 100 milyar kişilik biyografi toplamındaki etiksizliğiniz ne olacak?



Yaşam ve ölüm budur: Basit ve korkunç. Bir tanedir ve siz onu sonsuzmuşçasına israf edersiniz. Ölüm gelir ve bütün yalanları alır gider. Geriye yalnızca bir mask kalır.

Böyle kendi fotoğrafımı çekmeye cesaret edemezdim. Oysa, yalnızca deklanşörü otomatiğe ayarlamak yeterli olurdu.

Ancak, bu fotoğrafların ölüm korkusunu azalttığını söyleyemem, çünkü bende de ölüm korkusu var ve fotoğraflara bakarken, tsunami gibi alttan gelip vurdu, kulaklarım uğuldadı. Sakinlemek için bu metni yazmak zorunda kaldım.

Tuhaf, ölümü fotoğraflamak korkutucu ama ölümü yazmak rahatlatıcı, çünkü onu çok yaptım ve ona alıştım.

(2007)


Walter Schels Critic

For the first time, I felt that a photographer closed so much to the ‘I’ as a photographer and a human being when I saw the photographs.

Quotation:

“Photographs in the exhibition in London shot by Walter Schel, shows last looks to the life of the voluntary models. All have gone away. They have known that it was their last looking to the lense and life.

Schels used models going certainly to death for his exhibition. He shot them a few moments before their deaths and a few moments after their deaths.

Schels says that he is afraid of death very much because of he saw so many dead and aparted bodies in Munich during WW2.

The artist decided to prepare this exhibition to beat his fear from death. Schels shot 24 people before and after their deaths. There are interviews beside the photographes in the exhibition.

Schels says to Guardian: ‘People runs for something during all their life but not these ones in the exhibition. I wanted to shot this situation without lies. You become so much real as you have never been when you come to the end the project.’

Some people declared that they think the exhibition is unethical.”

(Source: 2007, Hurriyet, Turkish daily newpaper.)

Interpretation:

Ethics? Which ethics and unethical? Like the West’s and/or G-7’s ethical and unethical in the past century for 100 billions people?

Life and death is this: Simple and horrible. It is unique and you waste it like it is infinite. Death comes and takes over all lies and goes away. Only a mask remains.

I would have not been to dare to shot my own photographs like this. Besides it would be enough only to arrange the shutter release to automatic posing.

I can not say that these photographs have decreased my necrophobia. I have necrophobia and these photographs have hit me like a fear tsunami when I have looked at them. I have had to write this text to calm down.

Strange, to photograph the death makes me fear but not to write the death, because I have made it so many times and have been used to it.

(2 Haziran 2009)

Merih Akoğul Eleştirisi

 “Ancak beni dışarısı ilgilendirmiyor. Beni Türkiye ilgilendiriyor. Yani Türk fotoğrafçısı ve ilerisi ilgilendiriyor. Yarın öbür gün, Türk fotoğrafçılarının isimlerinin bilindiği bir konuma gelinmesi benim için önemli.”

3 liberalizmden ve neo-globalizmin üstüne geçersiz bir savlama. Aynı zamanda, başarılı sayılan devlet sanatçıların kapılandığı ideoloji, yerellik bu.

Heykelden örnek vereyim: Uluslararası düzeyde 3 heykeltraş yetiştirdik: Kuzgun Acar burada kaldı ve genç yaşta öldü. İlhan Koman ve Mehmet Aksoy, yurtdışına çıktı, uzun yaşadı ve uluslararası düzeyde bilinen kalıcı işler başardı.

“Yani, eğer bir dahi olmadığını bilirsen çalışırsın.”

Dahi olan daha az değil, dahi olmayandan daha çok çalışır. Çünkü daha kaliteli mücevher, daha nitelikli işçilik gerektirir. Standart bir kaliteye standart bir işçilik yeter. Özgün bir dehanın özgün iş yaratabilmesi için özgün işçilik gerekir. Ancak o zaman, güneşin altında söylenmedik sözler üretilebilir.

“Yaşamın kendine has bir koreografisi var. O koreografiyi değiştirmeden ben elimdeki makineyle nasıl buna uyarım diye bakıyorum. Öyle bir şey ki yaşamda salsa da var, mambo da, samba da var, tango da, vals de var.”

Çok doğru bir saptama. Ancak yaşamın dansını yakalayabilmek için 2 şey daha gerekir: Kendi iç dansını iyi yapman, yani has-(t)özünle temas halinde bulunman ve sokağı iyi kavraman, çünkü çeşitlilik sokaktadır ki bir burjuva sokağı kavrayamaz. Burjuva kişilik tarzı, tanım olarak kendine ve sokağa yabancıdır ve bunun nedenini bir türlü kavrayamaz. Bunun nedeni de, birçok dolayım arasında yolunu yitirmesidir. Gordium düğümünü çözmenin yolu, onu kesmektir, yoksa tırnakların kırılır. Tarihsel açıdan, hem Türkiye’de, hem de Dünya’da bir kriz dönemindeyiz. Bu durumda bir huruç (yarma) harekatı gerekir. Burjuvanın giyinik olduğu kalabalık roller ve statüler onu yavaşlaştırır ve hantallaştırır. Ancak çıplak bir beyin bunu becerir ki o da delilik demektir. Bir burjuva sanatçısı delirmeyi göze alamaz, göze alanları alkışlayabilir ama kendisi bunu yapamaz, çünkü malları ve angajmanları vardır. 1960-2010 arasında ancak bir mülksüz (dispossessed) bunu yapabilirdi.

“Bir fotoğraf ne kadar geç eskiyorsa, ne kadar uzun dolaşımda kalıyorsa o fotoğraf o kadar iyidir.”

En iyi sanat eserleri, en nadir gereksinim duyulanlardır. Kafka ve Fassbinder’inkiler de öyledir. Ancak yaşamın kriz ve kritik anlarında onlar kurtarıcıdır, geri kalan zamanda beynimizde uyurlar.

Bir fotoğraf bilgisiyle örnek vereyim: Fotoğraf eleştirmeni Susan Sontag, milyonlarca dolar borçlanarak bir fotoğraf koleksiyonu yapmış. Kadın sevgilisi, onun ölümünden sonra bu borçları üstlenmiş. Sonunda dayanamayıp, o fotoğrafları ipoteğe vermiş. İşte bu bilgi, Sontag’ın neden Arbus’u ölümden kurtar(a)mayacağının yanıtıdır.

Fotoğraflar mikroorganizma sporları gibidir. Kültürün içine atılırlar, fırtınalar ve çöller aşarlar. Bir beyinde yeşerdiklerinde, mutasyon da geçirirler ve yepyeni bir canlı olurlar. Kendi çektiklerimiz de dahil olmak üzere, fotoğraflar da böyledir: Nasıl ki biz bugun Kafka’yı, Fassbinder’i, Arbus’ü kendi kastettikleri anlamların dışında kavrıyorsak (çünkü yaşam çok hızlı değişti), bizim de fotoğraflarımıza gelecekte bakanlar, bizim kastettiğimizden bambaşka anlamlar göreceklerdir.

Buna ‘gelecekbilimsel özgürlük’ deniyor. Kültürel ve/ya genetik çocuklarımızın, öğrencilerimizin, çıraklarımızın ne olacaklarını belirleme hakkına sahip değiliz, yalnızca istediğimiz tohumu ekme hakkına sahibiz, o tohum da başka bir bitki olmaya karar verebilir.

“Bir Alman galerici yaptığımız sohbet esnasında, ben hocayım, fotoğraf sanatçısıyım ve aynı zamanda yazarım, fotoğraf eleştirisi ve okuması üzerine yoğun bir biçimde çalışmaktayım diyerek kendimi tanıttığımda; ‘Siz Türkler, kimi tanıdıysam hepiniz en az iki ya da 3 şeyi aynı zamanda yapıyorsunuz.’ demişti. Şimdi yurtdışında, hakikaten araba fotoğrafçısı araba çekiyor, ‘still life’ fotoğrafçısı vardır, mimari fotoğrafçı vardır.”

Doğrudur ama biz Türkler disiplinlerarası olmayı da bir türlü beceremeyiz. Birden çok işi yapmak başka, birden çok disiplinde seçimli olarak çalışmak başka. Uzman hiçbirşey hakkında herşeyi bilen kişidir, bir disiplinlerarasıcı herşey hakkında hiçbirşey bilendir, yani aslında bilgisel toplamları eşittir ve sabittir. Ancak, günümüzde internet, bir disiplinlerarasıcının bir uzman kadar bir konuda çok şey bilmesine olanak verdi.

Ayrıca, fiziğin doğrusal olmayan zamanlar sorunsalına yanıtın sinema filmlerinden geldiğini düşünürsek, durum daha açıkseçik anlaşılır. Bu durum, toplubilisizlik aracılığıyla gerçekleşiyor, yani o filmleri yapanlar (200 kişilik tüm kadro), doğrusal olmayan zamanın ne olduğunu, fiziğini veya matematiğini bilmezler, duymamışlardır bile.

Ayrıca bu, yaptıklarımızın nasıl olup da, farklı alanlarda kullanıma girebileceğini de çok iyi açımlıyor.

“Yani her fotoğrafın kaldıracağı azami tekniği kullanmak gerekiyor. Bakın tekniğiniz 7 ise fikriniz en az 8 olacak, tekniğiniz 4 ise fikriniz en az 5 olacak.”

Fotoğrafın teknik kaldırmadığını söyleyeyim de herkes kızsın. Fotoğraf, teknik / teknolojik bir sanat değildir. Fotoğraf görsel bir sanat dalıdır. Ensesinde, o doğduğunda onu 50 yıl önde izleyen, resim gibi bir sanat dalı var. Fotoğraf, resimle yapılamayanı yapmaktır ki bunun teknikle hiç ilgisi yok. Rodin, bir heykel yapmadan önce, yüzlerce el, yüzler ayak, vd yapmış. Bir heykel yaparken onları denermiş. Alın size montaj. Kaç fotoğrafçının böyle bir kataloğu var? Astronomi fotoğrafçılığında kullanılan yöntem gerekli burada: Görüntüleri süperpoze edip, onu ayarlamak. Latif Demirci kalktı, klasik tabloların karikatürlerini yaptı, başarılı bir çalışma değildi ayrı konu ama millet ayağa kalktı ve fetva verdi: Zinhar olmaz. Bal gibi de olur. Bir fotoğrafçı,  klasik resimleri kendi yorumundan geçirerek yeniden üretmeli ve bu yalnızca bir atelye, eskiz çalışması olmalı, tahayyül etmeyi öğrenmek için.

Kuramın uygulamanın üzerinde olması gereği ise, düşünme tembelliğindeki ülkemiz aydınları için bir külfet. Bu ülkedeki yüzlerce fotoğraf sergisi izleyicisi, o fotoğrafları çeken fotoğrafçılardan daha çok fotoğraf birikimine sahip durumda. Eleştirmen tüm onları geçebilmeli. Ondan sonra, fotoğraf çeker veya çekmez, gönlü bilir. Bu minimalizm değil, optimizm.

“Ee, şimdi bu ülkeye 25 tertemiz yılınızı verip, İstanbullu olup, belli bir konumda olup iki sayfalık özgeçmişinize, onlarca sergiye 13 kitaba rağmen size hâlâ gelinmiyorsa, tabii ki yarın beni Londra’yı çekerken, Barselona’yı kitap yaparken görürsünüz. Hep başka insanları alırlar içlerine ve sizler kadar çalışkan insanları alarak gölgelendirmek istemezler kendilerini.”

Devlet sanatçısı olmak, bir övgü değildir: 09:00-18:00 arasında mesai demektir, emeklilik hayali demektir, yaratmayıcılık demektir, onyıllarca bedavaya para almak demektir.

Hitam:

İşte bu nedenle internet, en az 20.000 potansiyel okur kazandınız şimdiden.

(6 Mart 2009)

Ergun

Ergün Bey'de 3 şey eksik kalmış: Hakikilik, nüans ve tarih bilinci. 3'ü de aynı eksiğin farklı yüzleri ki bu onun asla kabul etmeyeceğini sandığım, 'post-modern altkültürü içermişlik'ten (aslında onun tarafından soğurulmuş olmaktan) dolayı böyle ki onun özü ve manifestosu budur. Fotoğraf onun içine girmiş belki ama o fotoğrafın içine girememiş, üstelik denemiş de. Babasız çocuklar herşeyi yapabileceklerini ve herşeye sahip olabileceklerini sanırlar, oysa sanatçı sanata sahip değil, ait olabilir ancak. Belki bir de böyle deneyebilir.

(Nisan 2009)

Susan Sontag Eleştirisi

“Hiçbir kurgusal edebi eser, bir belge ile aynı özgünlüğe sahip değildir.”

Yanlış: Bilimkurgu romanlar gerçekten daha gerçektir, çünkü hem şimdiki gerçeği, hem de gelecekteki gerçeği birleştirir, bireşimler, praksisler. Oysa bir belge, burada bir fotoğraf, yalnızca şu anın gerçeğini verebilir (eğer tek kareden söz ediyorsak).

“Kurgunun ‘hakiki’ olması beklenir. Fotoğraflar gibi.”

Roman tarihine baktığımızda, gerçekçi olma iddiasında olan, yalnızca 2 akım olduğunu görürüz: Realizm ve natüralizm. İronik olarak natüralizm, realizmi gerçekçi bulmayarak, ondan sonra ve onu aştığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Oysa, Zola’nın romanları gerçekçi filan değildir; melodramlar, isteriye varan hezeyanlar içlerinde bolca görülür. Oysa, o dönem Viktoryan / püriten ahlakın egemen olduğu bir dönemdi, Kafka’nın babasının onu yetiştirdiği ve Kafka’nın bundan yakındığı gibi.

Kurmaca (kolaj, sürreel, vd) fotoğraflar ise, fotoğrafın başından beridir vardı.

O nedenle, kurmaca yazın da, fotoğraf da hakiki olmayabilir, olabilir de.

“Sanırım fotoğraftaki ana gelenek, eğer bir şeyin fotoğrafını çekerseniz, onun ilgi çekici olabileceğine dair düşüncedir.”

Fotoğraftaki ana gelenek 150 yıldır aynı: Fotoğrafı öncelikle kendin için, araç olarak da ‘bir anı olsun’ diye çekersin. Senin anıların başkalarının ilgisini çekmeyebilir, çekebilir de.

“Movius: Fotoğraf dünyayı nasıl değiştirir?

Sontag: ‘Normal olarak’ bizim deneyimimiz olmayan sonsuz sayıda deneyimi bize vererek.”

İşte bu: Sanat, bilim, düşün dalları, bizlere bunları verebilmek için icat edildi. Otobiyografi okuyarak başkalarının yaşamlarını, fotoğraflara bakarak başkalarının gerçekliklerini görürüz. Bu sayede algı ufkumuz, tek kişilik (egosentrik, solipsist) olmaktan çıkar. Sontag, bunu olumsuzluyor ama bu gerçekte olumlu bir durum. Kültürel evrim ancak böyle mümkün oldu. Yoksa, yeryüzünde ateş yakmayı öğrenememiş topumlar hala var. Öğrenenler icat edenlerden öğrendi.

Ancak fotoğraf, Dünya’yı bu nedenle değiştirmez. Fotoğraf, olağanda görünmez olanı görünür kılar, böylelikle Dünya’yı değiştirir. Bu, illa ki 1/1.000 saniyelik poz değildir. Karıncaya kafanızı yere yatırıp bakmazsınız ama fotoğrafçı öyle bakar ve böylelikle siz de öyle görürsünüz.

“Fotoğraflar, sanat eserlerini bilgi taşıyan varlıklara dönüştürürler. Bunu da parçaları ve bütünleri eşitleyerek yaparlar.”

Değil 1975’te, 2010’da bile bunu yapabilmiş fotoğrafçı sayısı (bilim kökenli olanları kastetmiyorum) çok çok azdır, belgeselciler dahil.

Fotoğrafın bir sanat eserini bilgi taşıyan varlıklara dönüştürmesinin yolu, parçaları bütünlere eşitlemek değildir. Bütünün parçaların toplamına eşit, onlardan küçük ve/ya onlardan büyük olmasının durumlarını haritalayarak, atlaslayarak, periyodik tablolayarak becerir. Tabii, eğer becerebilmişse.

“İnsanlık tarihi boyunca hiç kimse daha önce çocukken neye benzediğine dair bir fikre sahip değildi.”

Resmin fotoğraftan daha iyi sonuçlar alması en az 500 yıllık geçmişe sahip. Ayrıca, aynalar da çok uzun süredir var. Kendimden örnekleyeyim: 14 yaşımdan önceki döneme ilişkin 14 fotoğrafım yok ama o döneme ilişkin 1.400 kare beynimde çakılı.

“Movius: Neden tek bir fotoğrafı daha iyi hatırladığımızı düşünüyorsunuz?

Sontag: Sanırım bu görsel hafızanın doğası ile ilgili bir şey.”

Bence bu raslantısal bir şey. İç dünyası ve belleği tümüyle saydam biriyim. Zihnimde bazı anlar çok parlaktır, sözcüğün tam anlamıyla pasparlak, pırıl pırıl. Ancak, ne o anda, ne de sonradan o parlaklığı besleyecek bir duygusal parıltı yaşanmadı, buna eminim. Bunu şöyle açımlıyorum: Kısa dönemli belleğimiz, her gece uzun dönemli belleğe dönüştürülür. Bu yüzden rüya görürüz, bir tür görsel sindirim olarak. İşte, bu dönüştürmeler sırasında, bellekleştirme sırasında gereksiz olarak kullanılan iç ve orta beyin hatlarındaki ve kısadevrelerindeki duygu parıltısı kaydı kalıntıları, raslantısal olarak o ana yapıştırılır. Bu, görsel belleğin doğası ile ilgili bir şey ama Sontag’ın kastettiği yoldan değil.

“Anlatı çizgiseldir. Fotoğraf değildir.”

Romanda ‘flashback’ çok uzun süredir var, o varken anlatı çizgisel olamaz. Fotoğraf ise 2 boyutlu olsa da, 1 tek ana çakılır, ezilir çoğunluk. Dolayısıyla genelde, anlatı çizgisel (doğrusal) değildir, fotoğraf çizgiseldir.

“Yazmak, gizemli bir edim. İnsan kavram ve uygulamanın farklı seviyelerinde, son derece aşırı bir uyarılmışlık ve bilinç halinde, büyük bir naiflik ve bilmezlik halinde olmak zorunda.”

İşte bu: Freud’un 19. Yüzyıl histerik kadın tipolojisi. Böyle yazar birinin kognitiflikten ve informatiklikten söz etmesi aymazlık.

“Fotoğraf ile ilgili sorunun, onun çok basit olması olduğunu düşünmüyorum aksine bir görme biçimi olarak çok buyurgan. ‘Var’ olma ile ‘yok’ olma arasında kurduğu denge bir tavır olarak genelleştirildiğinde çok yüzeysel ve kolaycı.”

Müzite es var, heykelde boşluk var, fotoğrafta da ölmüşlerimizin fotoğrafları var. Hiçbiri yüzeysel ve kolaycı değil. Daha ileri giden bir fotoğrafçı da var: Walter Schels. (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=110291) Öleceği kesin 25 kişiyle anlaşıp, ölümden hemen önceki ve hemen soraki anlarını fotoğraflamış. O nedenle, yüzeysel ve kolaycı olan Sontag.

Sonuç: Sontag, ‘bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen’ biri. Çinliler, onun gibilerden korkmak gerektiğini söylemiş. Biz, yalnızca bunu göstermekle yetiniyoruz.

Dipnot: Sontag’ın bu metni 1975 tarihli. Onu 1985’te okudum. 1995’te aştım ve terkettim. 2010 momentinden bakarak, önemli bir zamansal perspektif sözkonusu.

(10 Şubat 2009)

Ersin Alok Eleştirisi

“Türkiye’de bir konu daha yok: Fotoğraf eleştirmenliği, fotoğraf eleştirmeni. Heykel yapan heykel eleştirmez. Başka biridir bunu yapan! Başka biridir. Sanatsal işlevi gören biridir. Eleştirmen o’dur.”

Öncelikle kendimi bir fotoğraf eleştirmeni, daha ötesinde, estetikçisi, kuramcısı, kültürologu ve gelecekbilimcisi olarak gördüğüm ve bu veri tabanlarında yazdığım için söylüyorum:

Türkiye’de fotoğraf eleştirmeni vardır ve çoktur. Ancak, eleştiri veri tabanlarını açıkseçik olarak ortaya koyamazlar. Duygu, sevgi, insan sevgisi, yaşam sevgisi, doğru teknik kullanma, fotoğrafçı ve/ya fotoğraf eleştirmeni olmayı sağlamaz. Bunların düşüncesi ve bilgisi sağlar.

Duygu düşünceye nasıl dönüşür? İnsanın içgüdüsü sayabileceğimiz yönelim (oryentasyon), öğrenmenin, belleğin ve bilginin temelini oluşturmuştur. Zaten Türkiye fotoğrafçılarında ve eleştirmenlerinde eksik olan bu yönelimdir: Varlıksal (ontik) apsis-ordinatlarını öznel (biyografik) ve nesnel (yukarıda sayılanlar, estetikçi, vb) olarak tamca ortaya koydun mu? Koydunsa, eleştirin de, sen de, bir yerlerden gelip bir yerlere varırsın. Kognitif (zihinsel bigisel) ve informatik (kültürel bilgisel) harita çizimin, doğru ölçekli ve doğru projeksiyonlu (Dünya’nın eğriliğinin düz haritalarda düzeltilmesi yöntemleri ile olduğu gibi) olur, yoksa yanlış alanlara gidersin, pusulan şaşar.

Eleştirmenin işlevi nedir? Düşündürmek, işlevsel-bilgisel pusulalar tasarlatmak. Eleştirmen, düşündürerek sanatsal işlevi görmeyebilir, çünkü estetik sanatın bilimidir, hazzı veya güzeli değil.

Asıl soru şu: Sayın fotoğrafçı, sayın eleştirmeni algılayabilecek bilgi dalga boylarına sahip midir? Bilginin farklı dalga boylarını, frekanslarını, devinimlerini, biçimlerini, derinliklerini algılayabiliyor mudur?

Eleştirmen, sanatçıya aşkınlık, öteleme, aşırı yorum, enginleştirme katar. Sanatçının tarihsel bilincinin olmaması olağandır, bu genelde olduğu gibi kabul görüyor ama bir eleştirmenin tarihsel bilincinin olmaması, onu ‘suda yaşayıp, suda olduğunu bilmeyen balık’ yapar.

Fotoğraf, teknikten ve birşeyler anlatmanın ötesinde şeyler içerebilir. Arbus’un acuzeleri yalnızca acuze değildir, ‘Amerikan tarzı yaşam’ın gerçek yüzüdür. Araki’nin seks fotoğrafları yalnızca seks değildir; buto’daki, anime’deki, Miike’deki ‘Japon atom bombası öfkesi’nin (post-travmatik stres bozukluğunun) toplu bilisizliğinin dışavurumudur: Bir öfke ve nefret krizidir, içerdikleri şiddet o nedenledir, yoksa Araki psikopat değildir.

Eleştirmen bunu görür, görebilir, görmelidir de. Fotoğrafçılar ise, genelde başka fotoğrafçıların fotoğraflarına bakmamakta beis görmediklerinden dolayı, fotoğraf bilincinde eleştirmenden çok geriye düşerler, düştüler, düşüyorlar ve düşecekler.

Gerçek fotoğraf, gerçek fotoğrafçı ve gerçek eleştirmen, insanı 22. ve 23. Yüzyıl’a fırlatır; çünkü 20. Yüzyıl gibi, 21. Yüzyıl da sağ kalma yüzyılı değildir, eksodus (tao) yüzyılıdır: Eski ustaların yarattığı cehennemin içinden süzülüp gitmek durumundayız, yoksa beynimiz yanar kalırız.

(2 Şubat 2009)

Füsun Saka Eleştirisi 1

“Öncesiz ve sonrasız bir eylemin, yani o anın belgesi olmak mıdır fotoğrafın kaderi? Bütün duygusal yaşantılar gibi fotoğraf da, hayatın gerçeğinden kendini soyutlayamaz asla. Her ne kadar bir belge olarak, ‘an’ı yüzlerce yıl sonraya aktaracak gibi dursa da, fotoğraf bile sadece çekildiği saniyelerle sınırlı olarak ve o kadar vardır. Hatta, bir bakışı yakalayan deklanşör sesi kadar uzaktır zamanın sonrasına ve öncesine...

Aslında, savaş anını görüntüleyen bir belgesel fotoğrafçı da objektifinden geriye sadece o saniyeleri bırakabilir. Sonrasında veya öncesinde yüzlerce kare arka arkaya çekilse bile, birinin diğeri ile kesinlikle alakası olmayacaktır gerçeği anlatmak açısından. Bu nedenledir ki her kare sonsuza atılan biricik imzadır.  Gerçeklik sadece bu biricik olma halinde mevcuttur.”

Her eylemin öncesi ve sonrası, her anın öncesi ve sonrası vardır, en azından bu yerandaki zaman ölçeğimizle ve ölçütümüzle.

Duygusal yaşantılar da, fotoğraf da, yaşamın gerçeğinden kendini soyutlayabilir. Bunu, ‘yaşamın gerçeğinden kaçmak’ anlamında almıyorum ki bu da olanaklıdır. An = şimdi, seni öldürüyorsa, kaçarsın, kaçmazsan da ölürsün.

Fotoğraflar çekildikleri saniyelerle sınırlı olarak değil, epeyi ötesiyle vardırlar. Fotoğraflar, birer hiper-tekst ve/ya birer hiper-vizüel-birim’dirler. Örneğin, beyninizde yeterince ‘portre holografik belleği’ varsa, genelde tek renkli faz bindirici ışın (bu genelikle belirli bir yer ve belirli bir dönem dar ve kesin bilgisi demek olur) ile yalnızca tek 1 portreden, o insanın yılda birden 80 yıllık 80 fotoğrafını çıkarsayabilirsiniz. Ben yapmıyorum, kriminoloji zaten yapıyor.

Deklanşör sesi, zamanın sonrasına ve öncesine ancak dijital makinalarda uzaktır, yoksa çok fotoğrafta o tık sesi fotoğrafı çekilenin yüzüne yansır. Deneyimlerim öyle söylüyor. Hoş, dijital makinalar da o denli sessiz değil.

Savaş anını görüntüleyen bir belgesel fotoğrafçı, yapılmış olanlardan bambaşka şeyler yapabilir. (‘Lord of War’ filminin savaş düşüncesine yaptığını anımsayalım.)

Eğer, bir savaş fotoğrafında arka arkaya çekilen kareler birbirleriyle ilintili olmasalar, hiçbir savaş belgeseli veya kurmaca filmi bir anlam taşıyamazdı.

Bazı (çok çok az sayıdaki) kareler sonsuza atılan imzadır, hepsi değil. 150 yıllık fotoğraf tarihinde, o karelerin seçiminde öznel ve nesnel ayrımlar olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Bazı kareler eklenecek, bazı kareler çıkarılacaktır, tıpkı tarih kitapları gibi. O kareler de, gelecek için fotoğraf yolu (tao) olacaktır.

Gerçeklik, o biricik olma durumunda mevcut olamaz. Gerçeklik biricik değildir, gerçeklik mutlak değildir ama gerçeklik kaypak da değildir, yalnızca görelidir ve referans sistemlerine göre değişir ki biz bunlara kısaca ‘ideoloji’ diyoruz.

Oğuz Atay, ‘bir resim yaparız ve o resme kendimizi de yerleştiririz’  demiş. Bu, yalnızca tüm kurmaca yazarları için değil, tüm eleştirmenler için de geçerlidir. Sorun, o resme kendini doğrudan veya dolayımla yerleştirmek. Sözünü sakınmadan doğrudan söylemek, kişisel tercihim.

Her eleştirmen, yaşamımın herhangi bir momentinde belli şeyler yaşamış, belli şeyler görmüş ve belli şeyler okumuş durumdadır ve onların art-etkileri, herkeste aynı değildir. Yalnızca şunu biliyoruz: Çok sayıda eleştirmenin daha çok sayıdaki metni, bir kültürel momentin haritasını piksellerler. Bu eleştiri metni yazarı da bunu yapıyor, eleştirilen eleştiri metninin yazarı da bunu yapıyor. Sorun, kendi epistemolojik (informatik ve kognitif) apsis-ordinatını doğru vermek ki buna da ‘tarih bilinci’ deniyor.

‘Ben’ demek ayıp değildir: Nerede, kim, nasıl, ne, vd olduğunu açımlayabilmek koşuluyla...

Yoksa, yorum, aşırı-yorum, aşırı-aşırı-yorum gelir ve ana metin zihnimizde parçalanır gider.

Bölünmez anlar aracılığıyla sonsuzu yakalayabilmek yerine, anı parçalayarak sonsuzu yakalamak da mümkün. Ne de olsa, 1/0 = sonsuz ediyor ve an yalnızca limit sıfırdır.

Gerçeklik her ikisinde de tek başına var olamaz. Genelde gerçekliği indirgeyerek veya sayısalca yuvarlayarak algılarız. Bu, ancak, limit sonuzla geçerli olan büyük sayılar kuramına bir göndermedir.

Diğer bir deyişle:

Tümdengelimlerimizi başkalarının tümevarımlarıyla yapıyoruz ki bu oldukça risklidir. Beni bile cehennemin ateş denizine çok düşürdü.

Ancak, Amerika’yı da her kezinde yeniden keşfedemeyiz.

Bunlar, bilgisel üst ve alt sınırlardır.

Her yiğit kendi yolunu kendi yoğurdunu yediği gibi, kendi usülünce yürür. Tökezleyip düşünce de, ‘eleştirmen eleştirmeni’ (hiper-kritik) devreye girer.

(13 Ocak 2009)

Roald Valen Eleştirisi

Bir manga ve anime fanatiği olarak şunu söyleyebilirim: Fotoğrafçı Doğulu bir konu için, çok Batılı kalmış. Mangalardan ve animelerden yapılmış filmleri de epeyi seyrettim. Bazılarının tipleme karakterinin sırrına, filmi 20 kere izledikten sonra bile hala eremedim. Bunun nedenini burada görüyorum: Gerçek Japonlar bile, onları canlandıramayabiliyor, çünkü onlar klişe, hem de grotesk klişe, kabuki'lerdeki gibi. Ancak, bazı tiplerin benzemeye yaklaştığını da belirtmem gerek. Merak ettim: Araki, bu konuyu nasıl fotoğraflardı ya da fotoğrafladı mı acaba?


(8 Ocak 2009)

Andrzey Dragan Eleştirisi 3

Ama bilim hem de, farklı gerçeklerin, paralel olabildiği ve alternatifler olarak aynı anda bulunabildiğini farz eder...

Ama kendileriyle çelişen değillerse. Biliyorsunuz kuantum makinecileri, yeni başlayan birine aptalca görünürler. Einstein, Planck, De Broglie ve Schrödinger gibi büyük bilimciler, bu teoriyi detaylandırdılar ve sonradan terk ettiler, çünkü onlar da ona inanamazlardı. Öyle saçma, öyle gülünçtü ki onu destekleyecek hiç bir yan yoktu.”

Kuantum fizikçisi sayılan biri için oldukça düşük bilgili bir yanıt. Şu anda 1 atomun uzayzamanın 2 noktasında birden bulunabileceğini de biliyoruz, Aristo’un özdeşlik ilkesindeki 3. durumun olmazlığı ilkesini çiğneyen durumların bulunabileceğini de biliyoruz, gözlemle ve deneyle.

Kuantum fiziğinin saçmalığı ‘Aristo Mantığı + Euclid Geometrisi + Newton Fiziği’ paradigmasına ters düşmesidir. Örneğin, Aristo ve Planck parçanın bütünden büyük olamayacağını önesürdüler ama hem gluon etkileşimlerinde, hem de karanlık maddede bu durum var. İnsan toplumlarında da, 6 kişilikten büyük gruplarda IQ düşmesi gerçeği var (yani bütün parçadan küçük).

Bir ironik ek bilgi daha: Feynman, yıllar sonra bulunan son dersinde, Einstein’ın fiziğinin tümüyle Newton Fiziği’nin bir altalanı olduğunu kanıtladı. (Bakınız: ‘Feynman’ın Kayıp dersi’.) Daha da ironik olarak, Görelik Kuramı parçanın bütünden büyük olmasına izin vermezken, Einstein’ın parçanın bütünden büyük olmasına izin veren bir mantık içeren kendi kuantum fiziğindeki bu seçeneği reddeden Planck’ın kuantum fiziğine yaşam boyu ikna olmamış olması. İkilemin gülünçlüğü, Planck’ın şu özdeyişinde yatıyor: Dahiler, dahi olduklarını söylemezler.

Yineleyelim: Bilim farklı evrenlerin, koşut veya aykırı olarak, birarada var olabildiği gerçeğini kezlerce gözledi.

“Metafizik olarak reddedilen fizik...

Komik olan şu ki, testlerden yıllar sonra teorinin yanlış olmadığı kabul ediliyor. Bilim adamları basitçe, evrenin saçma olduğu rahatsız edici gerçeğini kabul etmek zorundaydılar. Bence bu benim düşüncemi kanıtlıyor: İnsanların doğru ya da yanlış olarak düşündükleri şey, siz Einstein olsanız bile, biraz gerçekle ilgili olmak zorunda. Bizim doğru hakkındaki düşüncemiz en önemli şey değildir -deneysel bir metottur. Gerçek, yalnızca test edilebildiği zaman tartışılabilir, aksi halde anlamsızdır.  Sanat doğal değildir, doğru değildir. Adından da anlaşılacağı gibi sanat, yapay bir eğlendirici yöntemdir. Beslemek, yetiştirmek ve doğurmak doğaldır- sanat yapaydır.”

Hayır: Bilim olarak metafizik, teolojik değil, ontolojik olarak metafizik. Bu hatayı Aristo yapmadı, İbn-i Sina ve Aquinolu Thomas, bunu Aristo yapmış gibi gösterdi.

Evren saçma değildir, yalnızca düz mantıkla işlemez. Kaos matematiği ve puslu mantık, boşuna icat edilmedi. Daha Verhulst denklemleri var.

Gerçeğin yalnızca deneyle test edildiği düşüngüsü, Aydınlanma Çağı’nın ve mekanik gerekirciliğin fosilidir.

Sanat doğal da olabilir, doğru da olabilir. Olmayabilir de, zaten bilimden farklı olarak, sanata bu özgürlük tanınmıştır. Ancak, bugün sinemanın fiziğin tasarlayamadığı doğrusal olmayan (tersinir, heterojen, süreksiz, çok boyutlu) zamanları tasarlattığı gerçeği de var. Yani, yeni yüzyılda sanat da bilimsel bilgi üretebilir, bilim de sanatsal bilgiler üretebilir, İlhan Koman’ın ‘Akdeniz’ ve daha nice heykelinin geometrisi gibi.

Sanatın yapay bir eğlendirici olduğu, Holywood sineması gibi, post-modern döneme ait bir fosil düşünce. Post-modernizm 1989’da bitti. Post-2-modernizm 11 Eylül 2001’de bitti. Şimdi post-3-modern dönemdeyiz ya da 2. Sanayileşme’nin (bilgi toplumunun) ikinci evresinde.

Beslemek, yetiştirmek ve doğurmak artık doğal değil, yapaydır, binlerce genetik, konuk / biyolojik, psikolojik annenin, tüp bebeğin, klonun gösterdiği gibi...

Burada dipnot düşmek gerek: Bu fotoğrafçı, negasyonun negasyonu ile, kendi yaptığını değilleyerek doğruya ulaşıyor. Arada ıskaladıkları da, çok bariz keş-‘punk’ çocuk ürünleri olmuş.


(7 Ocak 2009)

Murat Germen eleştirisi

Keskin bir örnekle konuya gireceğim:

Naziler’in toplama kamplarında Museviler üzerinde yaptıkları deneyler sonucu elde edilen nörolojik bilgileri kullanıp kullanmamaya, bilimciler deontolojik olarak bir türlü karar verememişler ve sonunda ölenlerin zaten ölmüş olduğunu, ölmemiş olanların ise yaşatılmasının önemli olduğuna karar verip bilgileri kullanmışlar.

‘Akvaryum toplumculuğu’ tabir edilen bir durum vardır: Yaşamdan kopuk aydın, gerçeklere gayet steril bir tutumla yaklaşır. Oysa çıplak gerçek pis, çirkin, kötü, vd olur. Dolayısıyla, kanalizasyondan söz ederken, ‘dışkı’ yerine, ‘b.k’ demenin ayıp bir yanı yoktur.

Evsizler üzerine fotoğraflar hakkında düşüncelerimi yazdım. (Bakınız: Ali Öz dosyası yorumları.)

Ölü fotoğrafları topladığımı belirttim. (Bakınız: Tanju Akleman dsoyası yorumları.)

Ölecek olanların fotoğraflarını çektiğimi ve bir bölümünün fotoğrafını çekemeden onların ölüp gittiğini ve öykülerinin görsel öğesiz kaldığını belirttim.

Tüm bunlar, fotoğrafa bir bilgi kaynağı olarak bakmakla ilgilidir.

Fotoğraf, insan durumları hakkında inanılmaz zengin bir veri kaynağı durumunda.

Örneğin, oturduğum semt olan Kasımpaşa’da nörolojik semptomların oldukça yüksek olduğunu gözledim ve şimdi de örnekleri fotoğraflamaya başladım. İzin filan almıyorum, onların haberi yok, isteyen birine de onları göstermem. Ölümümden sonra yayınlanacak onlarca dosyanın arasına arşivleniyorlar.

Şimdi, bunu ben böyle yaptım da, bu davranış ahlak içi olsa ne yazar, olmasa ne yazar?

Türkiye’deki herhangi bir nörolog, kalkıp da Kasımpaşa’da 5 sene yaşayacak, vakaları tek tek belirleyecek, devletten ve kişiden yazılı izin alacak da, arşiv oluşacak: Ölme eşeğim ölme, yaz gelince saman yersin.

Yaptığıma kılıf aramıyorum. Ahlak tartışmanın öyle steril, masa başında yapılacak bir şey olmadığını belirtiyorum.

İnsan hakkı var da, hayvan hakkı yok mu, doğa hakkı yok mu? Onlar niye tartışılmıyor?

Olaya antropomorfik bakmanın yanlışı ortada: İnsan hemen hiçbirşeyin temel ölçütü değildir.

Benim açımdan temel ölçüt bilgidir. Şiir-fotoğraf üzerine yazan arkadaş için ölçüt duygudur. Ne o bana karışsın, ne de ben ona karışayım. Adorno buna ‘negatif diyalektik’ diyor: Karşıtlıkların birbirinden uzakta birbiriyle etkileşmesi.

Ayrıca, fotoğrafla elde edilecek bilgi için ahlaksız olmayı zaten baştan kabul ediyorum. Ahlaksız biri olduğumdan dolayı değil, herşeyin maddi ve/ya bir bedeli olduğunu bildiğimden dolayı. Avanak Avni karikatürlerinde, Avni önce annesinden dayak yer, sonra bir kenara sakladığı tatlıları yer. Bu da bir bakış açısı.

10.000 İstanbul sokağının, türk ve dünya fotoğrafçılarının on binlercesi tarafından çekilmiş fotoğraflarda, en az yarısının olmaması durumunda, benim dediklerim geçerlidir. Ha, çektiğin fotoğraf o adama zarar verecektir, ayrı konu.

Kim, fotoğrafı çekildiği için zarar görüyor ki? Telif istiyorsa, verirsin, ayrı konu.

Yaşamın kanalizasyonunu fotoğraflamak istiyorsan, benim dediğim geçerlidir. Yok, cici fotoğrafçıysan, hazırlarsın sözleşmeyi ve dolarları, çekersin fotoğrafı. Bunda, takılıp kalınacak bir açmaz yok.

Vurgulayayım: Bunun Türkiye’de yaşıyor olmakla ilgisi yok. Türkiye’de kimse ahlaka uymuyor diye, ahlakı takmıyor değilim. Yalnızca, kimse bana verili bir ahlak değerini dayatamaz, kendi ahlak değerimi kendim yaratırım.

O sayede, tek bir sosyal güvencem olmaksızın 200 kitap yazdım. O sayede ateizmimi bangır bangır anlatıyorum. O sayede 25 yıl oy vermedim. O sayede 20 yıl askerden kaçtım. O sayede evlenmedim ve çocuk yapmadım.

Ayralım, o kadar. Normalsen, normal davran; anormalsen anormal davran, ben anormalim ve anormal davranıyorum. Hiçbir özel ve tüzel kişinin dayatmasını kabul etmem. Yasalara uymamın nedeni de, uymayınca ceza görecek olmam değil, bana öyle doğru gelmesidir. Saçma yasaya uymamaya da, ‘sivil itaatsizlik’ deniyor zaten ve bu sıralar pek makbul.


(9 Ocak 2009)

Murat Germen Eleştirisi (Yayınlanan)

Keskin bir örnekle konuya gireceğim: Naziler'in toplama kamplarında Museviler üzerinde yaptıkları deneyler sonucu elde edilen nörolojik bilgileri kullanıp kullanmamaya, bilimciler deontolojik olarak bir türlü karar verememişler ve sonunda ölenlerin zaten ölmüş olduğunu, ölmemiş olanların ise yaşatılmasının önemli olduğuna karar verip bilgileri kullanmışlar. 'Akvaryum toplumculuğu' tabir edilen bir durum vardır: Yaşamdan kopuk aydın, gerçeklere gayet steril bir tutumla yaklaşır. Oysa çıplak gerçek pis, çirkin, kötü, vd olur. Dolayısıyla, kanalizasyondan söz ederken, 'dışkı' yerine, 'b.k' demenin ayıp bir yanı yoktur. Evsizler üzerine fotoğraflar hakkında düşüncelerimi yazdım. (Bakınız: Ali Öz dosyası yorumları.) Ölü fotoğrafları topladığımı belirttim. (Bakınız: Tanju Akleman dsoyası yorumları.) Ölecek olanların fotoğraflarını çektiğimi ve bir bölümünün fotoğrafını çekemeden onların ölüp gittiğini ve öykülerinin görsel öğesiz kaldığını belirttim. Tüm bunlar, fotoğrafa bir bilgi kaynağı olarak bakmakla ilgilidir. Fotoğraf, insan durumları hakkında inanılmaz zengin bir veri kaynağı durumunda. Örneğin, oturduğum semt olan Kasımpaşa'da nörolojik semptomların oldukça yüksek olduğunu gözledim ve şimdi de örnekleri fotoğraflamaya başladım. İzin filan almıyorum, onların haberi yok, isteyen birine de onları göstermem. Ölümümden sonra yayınlanacak onlarca dosyanın arasına arşivleniyorlar. Şimdi, bunu ben böyle yaptım da, bu davranış ahlak içi olsa ne yazar, olmasa ne yazar? Türkiye'deki herhangi bir nörolog, kalkıp da Kasımpaşa'da 5 sene yaşayacak, vakaları tek tek belirleyecek, devletten ve kişiden yazılı izin alacak da, arşiv oluşacak: Ölme eşeğim ölme, yaz gelince saman yersin. Yaptığıma kılıf aramıyorum. Ahlak tartışmanın öyle steril, masa başında yapılacak bir şey olmadığını belirtiyorum. İnsan hakkı var da, hayvan hakkı yok mu, doğa hakkı yok mu? Onlar niye tartışılmıyor? Olaya antropomorfik bakmanın yanlışı ortada: İnsan hemen hiçbirşeyin temel ölçütü değildir. Benim açımdan temel ölçüt bilgidir. Şiir-fotoğraf üzerine yazan arkadaş için ölçüt duygudur. Ne o bana karışsın, ne de ben ona karışayım. Adorno buna 'negatif diyalektik' diyor: Karşıtlıkların birbirinden uzakta birbiriyle etkileşmesi. Ayrıca, fotoğrafla elde edilecek bilgi için ahlaksız olmayı zaten baştan kabul ediyorum. Ahlaksız biri olduğumdan dolayı değil, herşeyin maddi ve/ya bir bedeli olduğunu bildiğimden dolayı. Avanak Avni karikatürlerinde, Avni önce annesinden dayak yer, sonra bir kenara sakladığı tatlıları yer. Bu da bir bakış açısı. 10.000 İstanbul sokağının, türk ve dünya fotoğrafçılarının on binlercesi tarafından çekilmiş fotoğraflarda, en az yarısının olmaması durumunda, benim dediklerim geçerlidir. Ha, çektiğin fotoğraf o adama zarar verecektir, ayrı konu. Kim, fotoğrafı çekildiği için zarar görüyor ki? Telif istiyorsa, verirsin, ayrı konu. Yaşamın kanalizasyonunu fotoğraflamak istiyorsan, benim dediğim geçerlidir. Yok, cici fotoğrafçıysan, hazırlarsın sözleşmeyi ve dolarları, çekersin fotoğrafı. Bunda, takılıp kalınacak bir açmaz yok. Vurgulayayım: Bunun Türkiye'de yaşıyor olmakla ilgisi yok. Türkiye'de kimse ahlaka uymuyor diye, ahlakı takmıyor değilim. Yalnızca, kimse bana verili bir ahlak değerini dayatamaz, kendi ahlak değerimi kendim yaratırım.
 
Tanju Akleman Eleştirisi

Hele de belgesel fotoğraf çeken biri için ne kadar önemlidir beyniyle ve kalbiyle yakın olmak, dolayısıyla da çalıştığı konuyu iliklerine kadar hissetmek. Fotoğrafçının, çalıştığı belgesel konuda, hem kurmaca yaptığı hem de anı yakaladığı fotoğraf karelerinden, aynen savaşta fotoğraf çeken fotojurnalist fotoğrafçının yaptığı gibi, hangilerini paylaşmaya karar verme yetisidir yakınlık dediğimiz o kavram.”

Bu saptamalara kuşkuyla yaklaşıyorum.

Doğrudan bir kanıt: Savaş muhabiri James Nachtwey’e ilişkin bir filmde gösteriyordu ki adam, bir metrekarelik fotoğraf kağıdına inanılmaz manipülasyon yapıyor, beğenmiyor, onu atıyor, yenisini deniyordu. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Ben, o adamı fotojurnalist sayamam ki dünyaca ünlüdür.

Ancak, elimde kendimin de, bir kuramcı olarak kuşku duyduğu bir olgu var:

Ben, aynı zamanda bir fotoğraf koleksiyoneri ve bir fotoğraf tüccarıyım, yani fotoğraf biriktirir, alır ve satarım. Yalnızca, bu konuyla ilgili olarak, son 22 yıl içinde, elim birkaç milyon farklı fotoğrafa değdi.

Bu koleksiyonun özel bir dar alanı var: Ceset ve kadavra fotoğrafı.

Bunları topladığım için beni sapıklıkla suçlayan çok oldu.

Ancak şu bakış açısı da var:


Çok ölüm tehlikesi atlattım, o nedenle ölüme çok yakınım, hatta ölüm bana benden daha fazla yakın.

Ancak, bilincimin saptadığı kadarıyla, koleksiyonumun nedeni bu değil.

O linkteki metindeki neden de pek sayılmaz.

Ancak, anımsadığım bir şey var:

1984’te tıp fakültesinde (öğrenci değildim) 2 kez anatomi derslerine girip kadavra derisi yüzdüm. Payıma baldırın arka derisi düştü.

Bildiğim kadarıyla, fotojurnalistler konularına bu denli yaklaşmazlar, zaten o kadar yaklaşınca ölü bir muhabir oluyorlar. Dünya’da bugüne dek binlerce savaş muhabiri, alan çalışmasında sizlere ömür oldu.

Onların ben denli, ölüme yakın olma merakı olduğunu sanmıyorum.

Ölümü anlama çabası, denebilir benimkisine.

Bunu da, Temmuz 2008’de bir seri peşpeşe ceset ve kadavra fotoğrafı satınca, satın alan kaynağın aynı olduğunu görünce yaşadım. Meğerse, onlar bir şirketmiş, uluslararası (hangi ülkeden olursa olsun) tıp fotoğraflarını internet üzerinden alır satarlarmış. Kadavra bulmak zordur, kadavra fotoğrafı bulmak çok daha zordur, hele hele iyi teknikle çekilmişini, çünkü o fotoğrafları çekebilen doktorlar, genelde amatör fotoğrafçı aşamasında oluyorlar.

(Konuyu iyi anlamak için, ‘Kadavra’ ve ‘Ölüler de Konuşur’ kitaplarını öneririm. İnternette satışları var.)

O zaman anladım ki ölü fotoğraflarından ölümü bilimsel olarak anlamaya çabalıyorum.

Ancak, alıntılanan metinde söz edilen, konusuna yakınlık değil bu. Tam tersine, konusundan oldukça uzak durma.

Ölümü anlayarak ölümden kaçıyorum ki bunu onlarca kez başardığım düşünülürse, epeyi işe yaramışlar demektir.

Paylaşma konusuna gelince: Ursula K. Le Guin’in ‘Mülksüzler’indeki Shevek gibiyim: Dünya’nın en değerli bilgilerini üretip insanlığa hediye ediyorum. İnsanları sevdiğimden değil, onlardan nefret ettiğimden dolayı. Bilgi insanı daha az nefret edilir duruma getirir, ölüm bilgisi bile olsa.

Yazdığım bu metne de kuşkuyla yaklaşıyorum. Ne yazık ki yazının 6.000. yılında bile bazı konular, yazısal (yazınsal değil) olarak bilinmez aşamasındalar, çünkü yeterince insan o konuyu yazısal olarak çalışmamış durumda.


(6 Ocak 2009)

Tekin Ertuğ Eleştirisi

“Her fotografçı, fotograf sanatının kendisine sağladığı geniş olanaklardan ancak kendi yaratıcılığı ölçüsünde yararlanabilir. Yaratım sürecinde, ‘olmazsa olmaz’ denebilecek derecede önemli tek ve anlamlı şey ise, sanat insanının ‘özgür irade’sidir.”

Oldukça makro ölçekli ve ölçütlü bir yanlış anlama.

9 sanat dalında 20. ve 21. Yüzyıl’da öncü sanat eseri sayılan binlercesini bilirim. Bunların önemli bir bölümünün sanatçısının yaratıcılığı ve özgür iradesi limit sıfırdır.

Bunlardan bazıları, kendilerini yaşadıkları koşullara (kolektif / toplu bilisizliğe) sonuna dek teslim ederler ve bir davulun üzerindeki tozların o davulun titreşim örüntüsünü veya demir tozlarının bir mıknatısın manyetik alanını çizmesi gibi, yaratıcı ürünler ortaya çıkarırlar.

Kafka buna ‘çıplak derili olmak’ diyor. O bu sayede, hiç bilincine varamadan toplama kamplarını öngördü (Ceza Kolonisi).

İşte bu durum, limit sıfır yaratıcılık ve limit sıfır özgür iradedir.

Şimdilerde, siberuzay çizgiromanı, çizgifilmi, filmi üreten sanatçılarda da bu durum var. Siberuzay zaten tam varolan bir şey değil ama onlar onu tasarlayarak üretim sürecini sağlıyorlar. En öndekiler daima daha öne gidecek, diye bir kural yok. (Sanatçıların ve genelde insanların çoğu gençken öncü, yaşlıyken muhafazakar olurlar.)

Bill Gates’in klonlama aracılığıyla ölümsüzlüğü reddetmesi, ‘Ghost in the Shell 1-2’ yönetmeni Oshii’nin bir siberuzaycı olmaması, astronotların hiçbirinin uzaycılık bilincine sahip olmaması, buna ilişkin en somut örnekleri oluşturuyor.

Katalizörler kimyasal reaksiyonlara girmezler ama o reaksiyonu binlerce kez hızlandırabilirler, bazı sanatçılar da böyledir, örneğin ben böyleyim. (Ayrıca kuramcıyım, yani tasarlarım ama yapmam, o işi başkalarına bırakırım.)

Bilimde de böyledir, ‘i’ sayısını ilk tasarlayan bir muhasebeci idi ve bugünkü kullanımlarını düşünmedi bile. Einstein da, tanrının olmadığını ve olsa da, zar atabileceğini düşünmedi.

Yukarıda alıntıladığımız ibare, Aydınlanma Çağı’ndan beridir, kolayına söylenen, doğruluğu tartılmayan ve irdelenmeyen, genelgeçer klişelerden birisidir.


(6 Ocak 2008)

Andrzey Dragan Eleştirisi 2

“Her şeyden önce kendimi bir sanatçı olarak düşünmediğimin altını çizmek isterim. Bu kelimeye ait karmaşık arka planı sevmiyorum. Sorunuza cevap verecek olursam, bir ilgisi var mı bilmiyorum ama bilimsel konularda bir kaç sene eğitim gördüğüm kesin. Örneğin bazen rahatsız edici olduğumu biliyorum çünkü eğer birisi bana doğru gelmeyen bir şey söylüyorsa hemen araştırmaya başlıyorum ve bu, insanları sinirlendiriyor.”

Kendisi hem sanatçı, hem de bilimci olan biri için, ne kadar yanlış bir saptama.

Bilim, sanat ve düşün, o yeranada koyulu doğruları, güzelleri, iyileri sorgular, değiştirir, paradigmatik devrim yapar. Öncü olmayan sanat, sanat değildir, denmesinin nedeni budur. ‘Aristo-Euclid-Newton’ (mantık, geometri, fizik), ‘Darwin-Marx-Freud’ (evrim, psikoloji, tarih) ve ‘Einstein-Planck-Heisenberg’ (fizik, fizik, fizik) triyalektik trilemmasının veya paradigmatik duvarının olmasının nedeni budur. Sonuncusunu sorguladığını açıkça beyan eden birinin, resim ve fotoğraf tarihindeki paradigmatik sıçramaları bilerek veya bilmeyerek, aynısının sanat dallarında da yapıldığını, hatta kendisinin yaptığının da o olduğunu görmemesi çok tuhaf: Suda olduğunu bilmeyen balık gibi.

“Bilim hangi ifadelerin doğru olmadığını araştırma yöntemidir. Sadece bir kaç ifadenin yanlış olmayarak sınıflandırılabileceği ortaya çıkar.”

Son cümlenin aslı şu: Sadece birkaç denklemin belli bir süreliğine yanlış olmayarak sınıflandırılabildiğini tarihten biliyoruz. Eğer o denklemi (Euclid koyutları olabilir, ‘E = m x c2’ olabilir) sürekli geçerli kabul edersek, informatik ve kognitif faşizmi, yani bilgi öldürmeyi kabul etmiş oluruz.

“Kurallar kendi kendilerine düşünemeyenler için temel reçetelerdir. Gülünç şekilde, “bazı kuralları yıkmak” fotoğrafçılıkta yeni bir kural haline gelmiştir – ne saçma. Kurallara ya da fotoğrafçılıktaki doğrulara uyma zorunluluğu, bir düşünce de değildir.”
Kurallar, (reel ve sanal sayılardan oluşan kompleks sayılar gibi) kaotik-kozmotik kompeksi dünyamızda, reel taraftan tümevarımla bazı genellemeler yapmak demektir. Bu da, 100’den küçük sayılar kümesini ele alıp, bütün sayıların 100’den küçük olduğu gibi bir sonuca bizi ulaştırabilir.

Öncü sanat olmak, bazı kuralları yıkmakla ilintilidir, ‘ne’de, ‘nasıl’da ve/ya ikisinin praksisinde, bu sanatın diğer dallarında da böyledir.

Kurallara uyma zorunluluğu bir düşünce değilse, sevgili ustalarımız hiç gerçek fotoğraf çekmemiş demektir, çünkü onlar sürekli bazı reçeteler sunarlar.

“Sadece siyah-beyaz fotoğrafçılığı düşünürsek – siz hiç sokakta siyah-beyaz bir insan gördünüz mü?”

Çook: Ak saçlı bir Nordik bembeyaz, genç bir Afrikalı simsiyahtır. İlkine siyah, ikincisine beyaz elbise giydirdiniz mi, renkli fotoğraf da çekseniz, sonuç siyah-beyaz olur ki doğa dergilerindeki fotoğraflarda bu açıkça görülür.


(6 Ocak 2009)

Andrzey Dragan Eleştirisi 1

Bu kadar doğruyu ve yanlışı birarada uzun süredir görmemiştim. Onu irdelemek beni epeyi yoracak ve bana müthiş keyif verecek, çünkü benim de birçok doğrum ve yanlışım sergilenecek. Dürüstlük beni kendine çekiyor ve saydamlaşıyorum.

“Portre gerçek bir kişinin hayali görüntüsüdür. İnsanlar, portrelerin kişiler ve onların hikayeleri ile ilgili bazı şeyleri ortaya koymasını beklerler. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum, genel olarak doğru olabilir ama eğer öyle ise, tanımadığınız bir insanı resmetmek imkansız olurdu.”

Bunu bir kuantum fizikçisinin söylemesi uygunsuz kaçmış. Tanımadığınız bir insanı resmedebilirsiniz, çünkü onu şahsen tanımasanız da, insan tümelini tanıyor olabilirsiniz. 4 boyutlu uzay-zaman özel görelik kuramını Einstein değil, ironik olarak ona en çok direnmiş kişi, onun genel kuramından özele uyarlamıştır. Tümdengelim budur, sanatta da vardır. Tip geneldir, belirli bir kişinin tipi özeldir. Holografik fotoğraflardan tüm fotoğrafları gerisin geri çıkartabileceğiniz gibi, bunu sanatta da yapabilirsiniz. Tabii, bunun klişeleşme yan etkisi olabilir ve sanatın bütün dallarında tümdengelimde görülmüştür, hani ‘salya sümük çocuklar bumburuşuk ihtiyarlar fotoğrafları’ veya ‘imagebank’ klişeleri gibi...


(5 Ocak 2009)

Ali Alışır ve Magritte Eleştirisi

Bu bir pipo değildir. Bu bir pipo resmidir. Ayrıca, gerçek bir pipoyu gördüğümüzde de, gördüğümüz bir pipo değildir, çünkü piponun rengini beynimiz sabitlemektedir; oysa, pipo gerçekte her (gözümüz için 1/10 saniyede 1) an değişen bir renktedir, en azından açık havada. Milan Kundera: Okunuyoruz, çünkü yanlış anlaşılıyoruz, demiş. Bu Magritte yorumu, tam da bu yanlış anlamayı imliyor. Dipnot: Epistemolojik, informatik ve kognitif olarak, asla ve kata agnostik ve idealist biri değilim. Yalnızca başlangıç koyutu: Bilgi bir dolayımdır, doğrudan bilgi, sezgi, trans, yoga, vd aracılığı ile olabiliyor. Ayrıca bu metafizik ve/ya teolojik bir konu da değildir, ontolojik (daha çok Heidegger anlamıyla 'ontik') bir konudur. Yani; varlık, görünen ve bilgisi ayrı ayrı şeylerdir, üçünün bilgisi de ayrı ayrı şeyler olabilir. Epistemolojik ontoloji budur: Varlığın bilgisini görüngüler aracılığıyla algılarız, bu da bizi dalgayı gerçekte dikey devinirken, yatay deviniyormuş bilgisine götürebilir. Ayrıca, saltık içsel bir bilgiyle saltık dışsal bir bilginin ayrımı da şu yeranda kesin değildir, çünkü siberuzay o çizgiyi eritmiştir. O nedenle, rüyamızda gördüğümüz bir pipoyu, aslında gerçek yaşamda görmüş olduğumuz sanırız, beyin bunların ayrımını yapamayabilir, yapabilir de; bunun araçlarını üretmeye çabalıyoruz zaten. Fotoğraf için de yaptığımız, onu duygusal bir kaynak olmaktan çıkarıp, düşüncesel bir kaynak olmaya dönüştürmektir. Magritte'in resimde yaptığı budur: Öte'yi imler, seyircinin kafasını ne yana çevirdiğiyle ilgilenmez ki sanatçının böyle bir sorumluluğu olmayabilir ama sanatçı isterse o sorumluluğu üstlenebilir. O nedenle belgesel fotoğrafçılar, inanılmaz bir dezenformasyon kaynağı durumundalar. Bunu, kademe kademe Ali Öz'ün 'Moskoca Evsizleri' için açımlamaya çabalayacağım.


(5 Ocak 2009)

Şahin Kaygun Eleştirisi

Resim ve fotoğrafı (çizgiroman, grafik, vb eklenerek), tek bir sanat dalı sayan biri olarak, gördüğüm eserlere ortalamada 3/10 bile vermem. Yine bu sayıdaki, Ali Öz'ün 'Moskovalı Evsizler'ine 9,5/10 verdim. 1980 darbesi ve 1983 liberazmiyle, sanatta 'ne'yi bırakıp, 'nasıl'ın ardına post-modern takılmanın anlamsızlığını bu fotoğraflar açıkseçik gösteriyor. Lütfen, 'kör ölür, badem gözlü olur' tavırlarına girmeyelim. Ölünün ardından kötü konuştum, diye de düşünmeyelim.

Ekol sayılabilmek için, yepyeni ve fapfarklı birşeyler yapmak gerekir. Oysa, çok açıkça görülüyor ki. ‘This has been Done Before’. (Bedri Baykam’ın ‘bu daha önce yapıldı’ diyerek, güneşin altında söylenmedik bir söz söylediğini sanması da ayrı konu.)

(5 Ocak 2009)


Ali Öz Eleştirisi 3

Edmund Hillary Everest’e ilk kez çıktıktan sonra, oranın çevre kirliliği açısından canına okundu, binlerce kişi binlerce metre yukarıya uygarlığın çöplerini taşıdılar ve onlar hala orada. Hillary, bu durumdan nedamet getirip, dağcılığı bıraktı ve yardımcı dağcılık yapan şerpaların sağlık, eğitim, vd sorunlarıyla ilgilenmeye başladı. Orada da öldü.

Belgesel fotoğrafçısı kendisi o durumda değilse, 3. Dünya düzeyinin altına (engelli, evsiz,vd farketmez) indiği an bu hatayı üstlenir.

Bu, belki kabullenilebilir bir durumdur.

Bir şey daha var ki yenilip yutulması zor:

Evimde televizyon hiç olmadı, bu yılbaşı gecesi misafirliği gittiğim evde seyrettim: Dünya aç çocukları için, milyonlarca dolarlık mücevherli insanlara, Pamela Anderson sihirbazlık şovu yapıyordu, hasılat onlara gidecekmiş.

Belgesel fotoğrafçısı, Anderson ile aynı kefeye de girmiş durumda kalmaktadır. Zaten üstad-ı azam Capa, dolar milyonerleri ile düşüp kalkmayı çok severmiş.

Benim de bir projem var: ‘İstanbulaceze’. İstanbul’un aciz insanlarını fotoğraflarım ama çoğu tanıdğım kimselerdir. Bu proje, ‘İstanbul Ölüleri’ projesi durumuna dönüştü. Öleceğini bildiğim 10 kişi, ben fotoğraflama(ya)dan öldü. (Metinler yazılı durumda.)

Buna ‘nekrofili’ denebilir, ‘kültürel patoloji uzmanlığı’ denebilir, ‘negatif şans’ denebilir. Payıma, hadi keşleri geçtik, katiller ve tecavüzcüler arkadaş olarak düştü.

Bunu, iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır, örneği olsun diye yazdım.

Şu andaki dünya, özellikle de büyükkentler, kanalizasyonun dibi olmayı geçmiş durumda. Elini sallasan trajediye çarpıyorsun ve trajediler bu denli yinelenirse, komedi olur.

‘Moskova Evsizleri’ tek başına böyle olamaz ama kendiminki ve başkalarınınkiler dahil edilip de, sayıları 10’u geçince, komedileştiler bile. (Bakınız ‘Tanrıkent’ ve ‘Carandiru’ filmleri.)

Cehenneme giden yollar iyiniyet taşlarıyla örülüdür.

Lümpen proleterya şişede durduğu gibi durmaz.

Örnek olsun diye veriyorum: Bir ramazan çadırındaki 1.000 kişiyi fotoğrafladınız. Hesapça hepsi muhtaç durumda. O fotoğraflardan kimin muhtaç olmadığını anlayabilir misiniz? Ben anlarım, anlıyorum da zaten. Buna ‘negasyonun negasyonu’ deniyor.

Bu açıdan, fotoğrafçıyı, özellikle görüşlerini okuduktan sonra, bir oto-kritike çağırıyorum.

(5 Ocak 2009)



Ali Öz Eleştirisi 2

‘Moskova Evsizleri’ne kezlerce baktım. Sanırım, bu konuda birkaç kez yazacağım.

Birinci izlenimim: Bütün metropol evsizleri birbirine çok benziyor.

Neden?

İkinci izlenimim: Tekme yemiş sokak köpeği gibi bakıyorlar. Ben de geçmişte öyle baktım, bilirim. İnsanları aşağıladığımı düşünenler için belirtmiş olayım.

Neden?

Üçüncü izlenimim: Çaresizliğin, ezilenliğin, en alttakilerin dibi yok. Bunun nedeni kapitalizm, faşizm, komünizm, demokrasi, şeriat, vd hiçbiri değildir, büyükkenttir; çünkü bu sistemlerle yönetilen tüm dünya büyükkentlerinde evsizler vardır.

Çünkü:

10.000’lik bir kentte bu kadar aşağıya inmezsiniz. Eskiden her mahallenin delisi vardı, herkes onları beslerdi.

10 milyonluk kentte kimse kimseye bakmaz. Hem herkes merhametsizdir, hem zaten dilenenler asıl muhtaç olanlar değildir.

Ancak:

Bu konuya hümanizm, insan sevgisi, popülizm, mujikçilik, sivil toplum örgütlerinin kızları okutma yaklaşımlarının hiçbiri sökmez. Tek çözüm büyükkenti imha etmektir ama o zaman da uygarlık silinir. Tarihte kentlerin silindiği kezlerce görülmüştür (Cengiz Han 50 başkenti yeryüzünden sildi). 10-100 milyonluk kentler de 2100-2200 arasında uzunca bir süre ortadan kalkacaklar, çünkü 21. Yüzyıl 4-6 arasında makro-makro krizle oraları silip süpürecek.

Tabii:

Bu asıl çözüm değildir.

Muhtemelen çözüm yoktur. Hem AFL, hem BÜ mezunuyum, bu halimle sokakta kaldım ve hiç kimse bir şey yapmadı. Çok mu acımasızlardı? Yoo. Yardım istemedim ki... Evsizlerin çoğu, yardım alma noktasını çoktan geçmiş durumdalar, Beyoğlu’ndan biliyorum, her gün 100 tanesini bizzat tanıyarak görüyorum

İşte bu:

Evsizlere ancak bir ekmek veya bir şarap parası verebilirsiniz, ötesine geçemezsiniz. Gücünüz yetmez, ister bireysel, ister toplumsal.

Marx, boşuna ‘lümpen proleterya’ kavramını icat etmedi. Marx gibi biri, ‘insan paçavrası’ dedi, düşünün. (Ali Öz de bunu bir düşünsün.)

Her toplumsal sistemin fireleri, defoları, ayralları, engellileri, keşleri, ayyaşları, vd vardır, olmuştur, olmaktadır ve olacaktır.

Bu bir zorunluluk değil, yalnızca büyük sayılar kuramı.

Marx’ın düşüncelerini dayandırdığı Malthus’un 1790’daki düşüncelerini, Verhulst 1830’da matematik olarak değillemiştir. Salgınların kendini durdurması, orman yangınının kendini boğması gibi, bu sefiller de kendi kendilerini yok ederek, yıkımı durduruyorlar. Yani, tarihte genelde böyle olageliyor. 350 yıl önce Londra’nın kadınlarının üçte biri fahişeymiş, örnek olsun diye yazdım.

Doktorlar yaşam kurtarır ama insanları sevmeleri gerekmez. Gelecekbilimciler de sorunları gerçekleşmeden çözerler ama insanları sevmeleri gerekmez. Dostoyevski’nin dediğince: Yalnızca, insanın daha az nefret edilir olmasına çabalıyoruz. Yani, şimdiki evsizleri değil, doğmamış evsizleri kurtarabiliriz ancak.

Evsizken kendimden nefret etmedim, bana yardım etmeyenlerden de nefret etmedim, şimdi de dünya evsizlerinden nefret etmiyorum, onları sevmiyorum da. Moskova 1986’da Gorbaçev geldiğinde, o evsizleri yaratmıştı, aynı zamanda dolar milyarderlerini de. Anımsadığım kadarıyla, herkes sevinçten göbek atıyordu.

O nedenle, Çin’in döve döve tek çocukluluk ilkesi faşistçe değil, 400 milyon kişiyi doğmaktan ve o evsizler gibi yaşamaktan kurtardılar. Doğum kontrolü yoksa, ölüm kontrolü vardır ve evsizler o sürecin yalnızca küçük birer dişlisidir. Örneğin, kurtarılacaklar listesinde, % 12 oranla engelliler evsizlerden önce gelir. Örneğin, ben beynimi kurtardım, diğer 999 tanıdık dahi, beyinlerini acı çekmemek için formatladılar, onların beyinsel ölümünü izlemekten hiç acı çekmedim (bakınız ‘Algernona Çiçekler’ romanı ve ‘Charlie’ filmi), çünkü bende toplama kampı kampı psikolojisi vardı: 1. ben, 2. ben. 3. ben, 4 sırada biri olabilir, 5. ben, 6. ben, 7. yine ben. (Konu için, rahmetli Sarol Teber ‘toplama Kampı Psikolojisi’ kitabını öneririm.)

Sonuç: 1968 fotoğrafları bir işe yarasaydı, 1968’liler şimdiki durumlarında olmazlardı. Bu fotoğrafların da evsizlere ancak bir iki şişe votka parası yararı olabilir. Bir 1978’li sayılabilecek fotoğrafçının, bir de böyle bakmayı denemesini öneriyorum ama yine kırmızı çizgileri çok aştım galiba.

(5 Ocak 2009)

Ali Öz Eleştirisi 1

Portfolyoya fotoğrafta 'ne'yi ve 'nasıl'ı birarada başarma (praksis) açısından 9,5/10 verdim. (1984'te Arbus'a 10/10 vermiştim, şimdi 7,5/10 veririm, yani ben de değişirim, fotoğraflar da tarih değiştiği için değişir.) Ancak, nostaljik-solcu-hümanist siyasal-kuramsal tavra 1/10 bile vermem. Eğer, anımsadığım doğruysa, bunu Ali Öz'ü doğrudan tanımış biri olarak yazdım (eğer bu Ali Öz, Firuz Kutal'ı tanıyorsa). Aynı zamanda, İstanbul'da son 32 yılda değişik nedenlerle ve değişik zamanlarda bizzat sokakta yatmış, ayda 50 dolarla geçinmiş biri olarak bunu yazdım. Fotoritim için de not: Şahin Kaygun ve Ali Öz aynı sayfada birarada gitmiyor.


(5 Ocak 2009)

Meta-Foto-Eleştiri

Önbilgi: Benim için fotoğraf, karikatür, çizgiroman, grafik, vd dahil olmak üzere, resimle birleşik bir sanat dalıdır. 5 temel duyu-dilden görseli kullanır ama sözel, işitsel, kimyasal (duygu, tat, koku), motor (devinim) duyu-dillere e açılım ve dönüşüm yapabilir.

35 yıldır yazarım, 25 yıldır yayınlanırım.

Yazdıklarımın hemen hiçbiri roman, öykü, şiir gibi kurmaca dallarında değildir; eleştiri ve deneme gibi kurmaca-dışı dallarındadır.

Kurmaca edebiyat alanları, Fransızca deyimle ‘güzelyazın’ sayılır ama eleştiri sayılmaz, polisiye roman da sayılmaz. Oysa ki bana göre, güzelyazın olan eleştiridir, diğerleri (roman, öykü, şiir) yazın-altı’dır ve ‘yazın-dışı’dır.

Eleştiriyi 4 katmanda ele alırım: Sanat dalı / kuram, sanat(lar) / estetik, kültür/oloji, gelecekbilim.

9 temel sanat dalında da eleştiri yazdım, yazıyorum, yazacağım.

Eleştiride bazı temel ilkelerim vardır (bunları ben yaratmadım, alıntıladım): Minimalizm, realizm, gelecekbilimcilik, görelilik, nesnellik.

Minimalizm, realizm, gelecekbilimcilik birarada bana fotoğrafın geleceğine yönelik, ‘nasıl’dan çok ‘ne’nin peşinde, ‘nasıl’ı da ‘ne’si de ‘en-az’da olan fotoğraf tasarımları yazmak (buna ‘tümdengelim’ deniyor), ortaya konan fotoğrafları da bu açıdan irdelemek.

Görelilik ve nesnellik ise birarada, kendi bakış açımın öznelliğini ve diğer bakış açılarına göreliliğini hesaba katmak, o yeranki bakış açımı vurgulamak (kalınca altını çizmek) ve ‘beğendim-beğenmedim’ ölçütünün dışında, somut ölçütler koyabilmek olarak gerçekleşir.

Belli oranlarda eserin çekeninden bağımsızlığına izin veren bir yorumbilim (hermenötik) anlayışım vardır. Anımsayalım: Kafka, bizim anladıklarımızı anlatmadı ve yazmadı, sonradan tarih onu o söylem düzlemine taşıdı. (Bence, fotoğrafçı Diane Arbus için de öyle ama buna katılmayacak çok kişi çıkar.)

Belli oranlarda globallik-evrensellik arası bir tümellik benimserim. Yani, yerel ve folklorik / ulusal fotoğrafa baştan karşıyımdır (30 yıldır).

Fotoğrafın konusu olan ‘ne’de, marjinalleri, ayralları yeğlerim ve bu öznel bir yeğlemdir. Ancak, aracın amaç kılınmasına, bunun ‘sadakacı’ anlayışa indirgenmesine karşıyım. Yani, ‘salya sümük çocuklar ve buruş buruş ihtiyarlar’ fotoğraf formatına kapkarşıyım.

Minimalizmde ve realizmde, binlerce diğer fotoğraf eleştirmeniyle çakışırım ama gelecekbilimcilikte değil. Tuhaf bir öznel-nesnel, zihinsel-kültürel, bireysel-toplumsal, kognitif-informatik bir gelecekbilimci düşüngüm var ve İngilizce aracılığıyla izlediğim kadarıyla bu konuda biriciğim, yani ikinci bir örneğim daha yok.

Kimseye kendi yaptığım tarz / üslup fotoğraf eleştirisini önermem ama kimseye de kendi eleştirel varlık alanımın zerresini incittirmem.

İnsanlar soru sorulmasını sevmezler, bu nedenle felsefecileri ve eleştirmenleri de sevmezler. Ben de, sanatçıların nasırına nasırına basan bir eleştirmen olarak hiç sevilmem. Eleştirmen olarak seviliyor olsaydım, bu beni rahatsız ederdi. Yine anımsatayım: Aracı amaç kılmıyorum, yalnızca ülkemi, halkımı ve kültürümü oldukça ayrıntılı tanıyorum. Eh, yaşadıklarımızdan da yeterince ders aldık zaten.

Gelelim foto-eleştirimi nasıl yaptığıma:

İlkin bakarım, sonra bakarım, bir daha bakarım. 3 kezden aşağısı olmaz.

Sonra düşünürüm, bir daha düşünürüm, daha da düşünürüm. 3 kezden aşağısı olmaz.

Sonra yazarım. Çoğunluk (1994’ten beridir) 1 kerede metin yazılır ve biter. (Düzeltiler hariç.)

Sonra okurum, bir daha okurum, bir daha okurum. 3 kezden aşağısı olmaz. Eğlenceli bir biçimde, farklı duygusal tonlarda okuduğum için, karşı taraftakilerin hangi başka başka nasırlarının acıyacağını görürüm.

Eğer çizmeyi aşmışsam ve bunun ayırdına varmışsam, oto-sansür uygularım. Bilgisayar belleğine metni gömerim.

Eğer çizmeyi aşmışsam ve bunun ayırdına varmamışsam, matbu dergi veya internet sitesi fren sıkar.

Diğer bir deyişle, sınırı daima zorlarım: Kendiminkini, okurunkini, editörünkini, fotoğrafçınınkini.

Uzun yıllara dayalı bir gözlemim vardır: Kitlesi olsun, entellektüeli olsun, Türk halkı bir eleştiriye önce kızar, sonra sonra benimser, uzunca bir süre sonra kendi düşüncesiymiş gibi ve siz ona karşıymışçasına, size sizin düşüncenizi savunur. Bunu binlerce kez yaşadım.

Demek ki eleştiri baharatımın ölçeği neymiş?

Kararınca: Hava kararınca değil, el kararınca, göz kararınca, beyin kararınca.

İyi bir eleştirmen-aşçı olduğuma artık emin oldum. Ne acissoları, ne tatlıseverlere yediriyorum bilemezsiniz.

Yinelemiş olayım: Eleştirdiğim fotoğrafçı, okurum ve editörüm, eleştiri yazarken benim için yokturlar. Metin biter, o zaman onlar devreye sokulur. Buna ‘seçici algı’ deniyor.

Bunun sonucu ne?

Herkesin önünde secdeye yattığı başusta-başustaları eleştirmişlik, daha da ötesi başkalarına bunun için yol açabilmişlik.

Güneşin altında söylenmedik sözler söyleyebilmişlik.

Fotoritim’de olduğunca, çok sürpriz yepyeni genç ufuklara raslayabilmişlik ve bir dinozor olarak onlarla iletişim kurabilmişlik.

Genel gerçekçi-karamsarlığımla karşılaştırılınca, bu inanılmaz bir iyimserlik gibi görünebilir. Oysa, oyun kuramı bilen biri şunu görebilir: Yitirme şansın çok yüksekse, en kötü ata oynayıp, arada kalan küçük fazlalığı pozitif puan olarak, kendi hesabınıza kazanabilirsiniz: Küçük bir hile ama kul sıkışınca, Hızır yerine, o stok libidolar çok işinize yarıyor.

Bunun için, bir eleştirmen olarak, eleştiriden ötelerine dayanmanız gerekiyor. Ben de öyle yaptım, o sürpriz atlar + epsilon libidolar sayesinde.

Kuramsal olarak bir ölü olsam da, somut olarak bir diriyim, hem de dipdiri bir beyin.

Eleştiri bunun içindir: Beyin olmak ve beyin oldurmak.

En kısası: Eleştiri gelmiş cihane, fotoğraf bahane.

Geçelim asıl konuya:

Meta-foto, var olan fotoğrafların toplam kümesinin dışında kalan, henüz çekilmemiş ve var olmayan ama olabilir fotoğraflar demektir. Bunların çekilebilir olanları da olabilir, çekilemez olanları da olabilir ama tasarlanamaz olanı yoktur.

Meta-eleştiri, var olan eleştirilerin dışında kalan, henüz yazılmamış ve tasarlanmamış eleştiriler demektir; güneşin altında söylenmedik sözler söylemek demektir.

Meta-foto-kritik, çekilmemiş fotoğrafların yazılmamış eleştirileri demektir. Patenti bana aittir: ‘Çekemediğim fotoğraflar’ diye bir metni 4 yıl önce yayınlamıştım. Bunlardan biri, 2003 Kasım İstanbul Taksim Galatasaray bombalanması fotoğrafı idi. Oradaydım ama makinam yanımda değildi. (Hoş, o gümbürtüde fotoğraf çekmeyi akıl edebilir miydim, ayrı konu.)

Bu, somut kökenli bir örnek olduğu için, kolay anlaşılsın diye verdim. Bir de çekmiş olmak istediğim fotoğraflar var: Aristo ve Sun Tzu sohbet ederken örneğin. Thukydides ve Sun Tzu da olabilirdi.

İşte, meta-foto-eleştiri budur: Gelecekbilimi de, geçmişbilimi de işin içine katan, minimalist ve realist fotoğrafları önce çekip, sonra eleştirmek.

Evet, kendi fotoğraflarını eleştirmekten de söz etmiş oldum.

Örneğin, bulut fotoğrafı çekme takınağımın, Asimov’un psiko-tarihinin metereoloji modellemesinden alıntı olmasıyla doğrudan ilintisi vardır. Bunu açıkça yazarım.

Sonuç: Yeni sanatçı ve yeni eleştirmen, kendisi, sanatı ve eseri hakkında düşünebilen, oto-kritik yapabilen, bunu kayıtlayabilen birileridir. Ben, onlardan biri olmaya çabalıyorum yalnızca...

Dahası da var: Fermat’nın dediğince: Yerim doldu, denklemi yazamıyorum.

(2 Ocak 2009)

Anti-Humanist Fotoğraf

Nedense insan sevgisi zorunlu bir şeymiş gibi dayatılır bizlere. İnsanlardan nefret ettiğinizi belirttiğinizde, ‘deli’, ‘manyak’, ‘psikopat’ türü yakıştırmalarla karşılaşırsınız.

Oysa insanlardan nefret etmek somut bir şeydir ve nedeni bellidir: Nefret edilecek insanlardan nefret edersiniz, sevilecek insanları seversiniz. Bir insanın bazı yönlerinin nefret edilesi, bazı yönlerinin sevilesi olabileceği veya sevginin ve nefretin göreli olduğu melokomikliklerini geçiyorum. Bunlar durumu değiştirmez, zemzem suyuyla yıkanmış adam birini ezerek öldürdü mü, yine tutuklanır.

Öyle durumlar var olabilir ama böyle durumlar bu insanlardan nefreti ortadan kaldırmaz, paydalara böler yalnızca.

Bu hümanizm ve bu homofili (aslında antropomorfizm ve egosentrisizm), fotoğrafa da yansır. Yukarıdan aşağı, soldan sağa, sağdan sola, çaprazlama insan sevgisidir gider.

Kim bana darbecileri sevdirecek, on bin işkenceciyi sevdirecek? İlah...

Bu insan nefreti genel olarak biyografinize, zihninize de sinebilir.

O zaman ‘shownomercy’deki fotoğrafları yeğleyebilirsiniz. Kadavra fotoğrafları koleksiyonu yapabilirsiniz.

Anti-hümanist çizgide yer alan fotoğraflar da ‘farklı fotoğraf’tır. Genelgeçer basmakalıp söylemin dışına düşer.

Tek gözlü kedi:

Fotoğraf 1

Fotometni:

Kasımpaşa’nın insanları gibi, hayvanları da yırtıcıdır. İstanbul’un 77 tepesini ve semtini gezdim, bu semtteki denli çok hasarlı, özellikle de tek gözlü kedi görmedim. Mahalle çocuklarının birbirine demir çubuklarla girişmesi gibi, daha 6 aylık yeni yetme erkek kediler birbirinin kaşını gözünü oyuyor, tabii ki artık 12 aya yayılan Mart semptomundan dolayı...

(Ağustos 2009)

Farklı Fotoğraf Nasıl Çekilir?

Giriş

Konu ele temel veri tabanı, negasyon ve olmayana ergi akıl yürütme yöntemi gibi çeşitlemelerle ele alınıp, var olduğu alanın sınırları çizilirken, bunların dışına da ötelemeler verilecektir.

Metinler, ‘Farklı Bakmak ve Fotoğraf’ metninin üzerine kurgulanacaktır.

Farklı fotoğraf çekilmemiş fotoğraftır. Yenilik ve farklılık tümüyle sıfırdan olabileceği gibi, aynı konuyu yendine yorumlamala da olabilir. Örneğin, ‘Bulutname’deki İstanbul bulut fotoğrafları, daha önce meteorolojik nedenlerle ve yöntemlerle zaten çekilmişti ama yalnızca bu konuya odaklanan fotoğrafçı henüz görmedim ve duymadım. Bu alandaki farklılığım, hem kendi iç duyguküremi, hem de bunun kültürel-kentsel morfolojiyle / topolojiyle ilintisini tek bir kareye sığdırabilmemde

Farklı fotoğraf çekmek için tasarım, makinanın çok çok önünde gelir. Ancak astronomi fotoğrafçılığında, amatörlerin yapay uydulardan elde edilen ve çok uzun süre bilgisayarlarda işlenen görüntülerin kalitesinin yakınına yaklaşamamasının gösterdiği üzere, konu bazan makinayı birinci plana çıkartabilir.

Farklı fotoğrafları fotoğrafçılar ve/ya sanatçılar çekecek diye bir kural yoktur. Sanatın çokça ve geleneksel olarak izin verdiği üzere, şans ve/ya rasgele esin de bir anda yepyeni bir fotoğrafı ortaya çıkarabilir.

Farklı fotoğrafçılar farklı fotoğraflar çekecek diye de bir kural yoktur.

İlk bakışta farklı ve yeni görünen fotoğraflar zaman içinde tekdüzeleşibilir. Yani farklılık, zihinlere ve kültürlere, zamanlara ve yerlere göre değişir ama bunlara ilişikin elimizde epeyi tarihsel kayıt var.

Farklı fotoğraf çekmenin katı kurallarından çok, anlık (moment) vektörler vardır denebilir.

Örnekleme

Fotoğraf Çekiminde 10 Platin Kural

1.                    Yaşamdaki varlık nedeninizi (raison d’etre) fotoğraf çekmeye başlamadan önce yanıtlayın. Biyografinizi tarihçe içine yerleştirebilin. Tarih bilinci edinin. Hümanist olmayın, artık işlevi kalmadı. Kesin gerekmedikçe insanlı fotoğraflardan uzak durun.
2.                    Değişimlere açık olun. Yenilikleri izleyin. Holografik (üç boyutlu) fotoğrafa hazırlıklı olun. Fotoğrafın yanıltıcı olabileceğini, aynı olayda karşıt kanıtlar sayılabilecek bakış açıları olduğunu önceden bilin. Fotoğraf ağırlıklı olarak belgedir ama çok kısa enstantaneli değişkenliği onu belirsiz yapabilir. Belirsizliklere açık olun. Soruları yanıtlamayı bilin. Hata yapmaktan çekinmeyin. Değişimlerin ilklerinin çoğu hatalıdır.
3.                    Neden seramiği değil de, fotoğrafı seçtiğinizi yanıtlayın. Aynı biçimde, neden siyahbeyazı ve renkliyi de. Dijitali veya selüloiti de. Kamera gövdesi ve lensinizi de. Aynı biçimde çektiğiniz fotonun ne işe yarayacağını da. Aile ve anı fotoğrafı bayağılığından kaçınmayın. Her işin gereksiz ayrıntıları ve sıradanlıkları olabilir.
4.                    Neyi çekeceğinizi kamerayı elinize almadan kararlaştırın. Fotoğraf avı çok düşük oranlarda başarılı olacaktır. 3-5 yıllık süreler için duygularınıza seslenen, takıntılı konularınız olsun, onlarda uzmanlaşın. Böylelikle tek konuyu bir biçimde çalışırken, diğer konuları nasıl çalışmayacağınızı da öğrenirsiniz.
5.                    Fotoğrafta ‘gender cult’ vardır. Bunu önceden bilin. Fotoğraf evrensel değildir. Hiçbir sanat, bilim, düşün dalı evrensel değildir. Yerzamanlar ve kültürel mod sınırları içinde görelidir. Fotoğrafta kadın ve erkek de görelidir, tıpkı resim tarihinde olduğu gibi. ‘Nü’ konusundan, fotoğrafı tam öğrenene dek uzak durun. Ticari erotiği ve pornoyu aşağılamayın. (Bunları yazanın bir erkek olduğunu da gözönüne alın.)
6.                    Fotoğraf tarihini öğrenin ve bilin. Türk fotoğraf tarihini de. Geçmişin ustaları negasyon yolu ile size çok şey öğretecektir. Kaçınmanız zordur ama ustalara öykünmeyin.
7.                    Fotoğraf seyredin. Takvim fotolarından ve Image Bank kataloglarından ders alın. Belleğinizde en az 100.000 foto olsun. Fotoğraf koleksiyonu yapın. Hem tarihçeye katkınız olur, hem başkalarının hatalarını yinelemekten kurtulursunuz. Hatta ileride fotoğraf müzesi kurulmasına katkınız bile olabilir.
8.                    Fotoğraf yazıları okuyun, bunun için internetten yararlanın. Epeyi gereksiz fotoğraf çekmekten kurtulursunuz.
9.                    Fotoğraf yazıları yazın. Çekme konularınızı daraltır ve düşüncelerinizin her an gözünüzün önünde olmasını sağlar. Çokdisiplinliliğin uzmanlığın yerine geçtiği bir döneme girdik. Sözel ve görsel dilin birlikte kullanımı size anlatım çoğulluğu katacaktır.
10.                 Hiçbir edimsel ve kuramsal ustaya inanmayın, çırak olmayın, güvenmeyin, boyun eğmeyin, yolunu izlemeyin. Kendinize kaz çobanı aramayın, reçeteleri dinlemeyin. Başkalarının sizin yerine karar almasına izin vermeyin. Bu yazıyı da gerekirse pas geçin. 3-5 kırıntısı işinize yararsa, ne ala...

Gelişme

Düşümdeki 10 Fotoğraf

Çekmiş olmak isteyebileceğim fotoğraf sayısı 10’dan 100’e çıkabilir veya 100’den 10’a inebilir. Bunların çoğu mümkün idi ama artık değil biçiminde. Bunlardan 10 tanesini örnekledim.

1.                    Aristo-Lao Tzu röportajı. Aristo M.Ö. 384-322, Lao Tzu M.Ö. 604-531yılları arasında yaşamış. Karşılaşmaları mümkün değildi. Benim için Batı-Doğu sentezinin 2.500 yıllık simgesi durumundalar. Aristo İskender’in peşinden doğuya gitmiş. Lao Tzu iç savaşlardan dolayı Çin Seddi’ni aşıp batıya gitmiş. Aristo, Sokrat, Platon dizisinin son adımı. Lao Tzu, Sun Tzu, Konfiçyus dizisinin son adımı. Yani ikisi de üçleme. Mümkün olan herhangi bir batı-doğu permütasyonunu kabul edebilirdim.

2.                    Adamın biri 42 kilometreden yeryüzüne pike yaparken. Böyle bir şey gerçekten yapılmış ve 4 küsur dakikada yere sağsalim inilmiş. Her 5 saniyede alınacak 50 fotoğraf tersine veya düzüne dizilerek çok güzel bir fotoğraf dizisi yapılabilirdi ki muhtemelen yapılmıştır ama sergisini duymadım.

3.                    10 üzeri eksi 13 santimetredeki atomaltı ölçek. Şimdiye dek çekilen en kısa süreli fotoğraf milyarda bir saniye poz ile bir kimyasal reaksiyon fotoğrafı, mekansal ölçeği de 10 üzeri eksi 8 santimetre. Sözünü ettiğim ölçekte ise protonlar, insan bedenine oranla Dünya gezegeninin boyutlarında olurdu. Işık diye birşey kalır mıydı bilmiyoruz ama sesle ve ısıyla fotoğraf çekilebildiğine göre, bir yolu bulunacak elbette. Neden bu ölçek? Bildiğimiz anlamıyla evrenin o ölçeklerde hiçbir anlamı kalmıyor da ondan. Bu mikro sınır. Makro sınır da bir sonraki konu.

4.                    Güneş Sistemi dışındaki dünya benzeri ilk gezegen. Bunun keşfedilmesi 10, dünya kadar açıkseçik fotoğraflanması 100, üzerine yerleşilmesi 1.000 yıl alabilir. Tam bir düş yani. Dünya gezegenini asla evim saymadım, kendimi de insan türüne ait saymadım. Çocukluğumda bunu kimselere söyleyemezdim. Sonradan öğrendim ki benim gibi düşünen uzaycı çok. Onların da benzer düşleri çok: Yazılım olmak, maddelikten kurtulmak, ölümsüzlük gibi.

5.                    Kafa nakli yapılmış ilk insan. Bilindiği ve saklandığı kadarıyla 3-4 kişide denendi ama sonuç söylenmedi. Bu fotoğraf da muhakkak çekilmiştir. Ben çekmiş olmak isterdim.

6.                    Ölümsüz ilk insan. Kafa nakli ve klonlama aracılığıyla insan türü ölümsüzlüğü yakaladı ama, deontoloji, hukuk, dörtlü felç gibi bazı sorunlar şimdilik çözülememiş durumda. Ancak ben ölmeden sorunların çözüleceğinden eminim, aynı zamanda ilk ölümsüz kişinin bunu saklayacağından da.

7.                    Dünyanın ilk ateist partisinin kuruluş anı. Kendim kurmak isterim ama yasalar elvermiyor. İnanılmaz bir şey ama bildiğim kadarıyla dünyada ateist parti yok. AB’de bir sürü Hristiyan parti var ama ateist parti orada da yok. Türkiye’de kurulsa, acaba bomba patlar mıydı ya da şu anda yargılanan Galatasaray bombacıları beni öldürmek isterler miydi?

8.                    Gerçekleşmiş 15 ölüm tehlikesi anında kendim. En son Kasım 2003’te Galatasaray’da patlayan bombaya çok yakındım. Bomba dolu kamyonet gözümün önünde ve burnumun dibinde tekerleğini patlattı, yolun açıklamasını bekledi ve sonra güm. Tanıdıklarım öldü ve yaralandı. Bana birşey olmadı ama 2 ay depresyon yaşadım. Bombayı ve beni aynı kadraja alacak bir açı vardı. % 1 saniyelik bir zaman dilimini içeren, 50 fotoğraflık bir seri gerçekten muhteşem olurdu.

9.                    Ölüm anım. Devamında son ölümümden sonraki anlar. Öleceğim kesinleşince veya intihar etmeye karar verince, bu fotoğrafları kendim çekebilirim ama böyle bir şeye cesaret edebilecek miyim bilmiyorum.

10.                 Doğum anım. Eh, sonun tersi de arzulanır bir şey. (Nekrofilik biri değilim.) İlk  fotoğrafım 5 aylıkken çekilmiş. Kendim çekemezdim ama doğum anımın fotoğrafı elimde olsun isterdim.

Neden bunlardı? Yanıt basit: Öncü olmayan sanat sanat değildir. Öncü olmayan fotoğraf fotoğraf değildir. Öncü mutlak değil, görelidir. Şimdilik öncü fotoğraf benim için bunlar. Gelecekte değişebilir, geçmişte de değişebilirdi.

Sonuç

İsteyen herkes kendi farklı fotoğraf kurallarını kendi koyabilir ve onlara göre farklı fotoğraflarını çekebilir. Fotoğraf ve sinema kuralların 50 yıl boyunca değişmeden kaldığı, statik sanat dallarından değil ve bunun nedeni de sanıldığı gibi teknoloji değil, yaratıcıların bu alanlara doluşması.

Farklı fotoğraf çekmek bir amaç değil. Ancak bir sanatçı bunu amaç olarak koymuşsa, diyecek bir şey olamaz. Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için olmadık işleri yapanların çokluğu gözönüne alındığında, bu konuda sanatçılara olağan insanlardan daha az hoşgörü göstermenin gereği yok demektir.

Yukarıda sayılan maddeler, kabaca bir alan çevreliyor ve imliyor. Özgünlük, o alanın içinde kendi haritasal (fotoğrafsal yolculuk çizimi) özgünlğü ortaya koyabilmekte.

(Ağustos 2009)